🪁 Misakı Milli Kararlarının Kurtuluş Savaşı Açısından Taşıdığı Önemi Açıklayınız

Misâkı Millî metninde belki daha da garip olan Batı Trakya için de plebisit talebidir. Hatırlanacağı gibi, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Balkan savaşı ile yitirilen topraklar için de talepte bulunuluyordu. Bu da Balkanların kaybının yarattığı travmanın ne denli derine işlediğini göstermesi bakımından anlamlıdır. MustafaKemal ATATÜRK. Anafartalar kahramanı, Türk Kurtuluş Savaşı’nın önderi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı. Gümrük memuru Ali Rıza ile Zübeyde çiftinin dördüncü çocukları olan Mustafa, 1881’de Selanik’te Ahmet Subaşı ya da Hatuniye Mahallesi Hoca Kasımpaşa semtindeki pembe boyalı evde alievecan 2018-10-11 tarihinde 8 SOS ETKINLIK ORNEK yayınladı. 8 SOS ETKINLIK ORNEK flipbook versiyonunu okuyun. AnyFlip'te 151-191 sayfasını indirin. 1 Misak-ı Millî kararlarının Kurtuluş Savaşı açısından taşıdığı önemi açıklayınız. Cevap: Milli mücadele için meclisin desteği alındı; b. Milli mücadelenin hedefi kesin olarak belli oldu c. Milli sınırlar meclis onayından geçti d. Türk halkının temel hakları dile getirildi. e. Ulusal devlet anlayışı kabul Model Eğitim Yayınları 2020-06-28 tarihinde 8 t.c. inkılap tarivi ve atatürkçülük turbo soru bankasi yayınladı. 8 t.c. inkılap tarivi ve atatürkçülük turbo soru bankasi flipbook versiyonunu okuyun. SORU:Kurtuluş Savaşı içinde bir eğitim kongresi düzenlenmesinin önemini arkadaşlarınızla tartışınız. CEVAP:Bu savaşı yapan kadronun her şartta eğitime önem verdiği ve yeni nesilleri eğitmekte kararlı olduğunun gösterir. 11. sınıf inkılap tarihi TOP Yayıncılık Cevapları sayfa 71 AbdullahÖcalan Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarliga AHIM Savunmalari by logosocietas in Types > Research > History Aybay 23 Nisan 1920’de, Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi, Ulusal Kurtuluş Savaşı döneminin ilk Anayasa’sını 20 Ocak 1921’de kabul etmiştir. AlmanRus Savaşı 226 10. A.B.D.'nin Savaşa Katılması 226 C. İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NIN SONA ERMESİ 1. Genel 227 2. İkinci Dünya Savaşı Sırasında Yapılan Önemli Toplantılar 228 a. Atlantik Bildirisi (9 Ağustos 1941). IEvlj. Misaki Milli Kararları nelerdir? - 1541 Güncelleme - 1553 Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Musul Operasyonu dolayısıyla Misaki Milli Sınırlarını gündeme getirmesi, vatandaşların merakı üzerine "Misaki Milli Kararları nedir?" sorusunun ayyuka çıkmasına neden oldu Musul Operasyonu'nun ilk gününde açıklamalar yapan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, operasyonun haklılığını desteklemek için Misaki Milli Kararlarına değindi. Erdoğan'ın konuşma esnasında"Beyfendiler arzu ederse Misaki Milli'yi okurlar" cümlesini sarfetmesi, Misakı Milli ile yapılan anlaşmayı gündeme getirdi. İşte Misaki Milli Kararları ve kararları... MİSAKİ MİLLİ KARARLARI NEDİR? 1. Mondros Ateşkesi imzalandığı sırada işgal edilmemiş böl­geler kesin Türk yurdudur, parçalanamaz. 2. Kars, Ardahan ve Batum’da Elviya-i Selase gerekirse referanduma gidilecektir. 3. Araplar kendi geleceklerini kendileri belirleyecektir. Arap­ların çoğunlukla yaşadığı yerlerde referandum yapılacaktır. 4. Batı Trakya’nın geleceği referandum ile belirlenecektir. 5. İstanbul, Marmara ve Halifenin güvenliği sağlandığı tak­dirde, Boğazlar trafiğe açılacaktır. 6. Azınlıklara, diğer ülkelerdeki Türk azınlığa tanınan haklar tanınacaktır. 7. Siyasi, mali ve adli gelişmemizi engelleyen sınırlamalar kabul edilemez. Kapitülasyonlar Bu kararlar ile, Milli mücadelede hedefler ve vatan sınırları Misak-ı Milli Sınırları kesin olarak belirlenmiştir. Son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ın aldığı en önemli karardır. Bu kararlar meclis onayından geçtiği için resmiyet kazanmış kararlardır. Meclis-i Mebusan; kongre kararlarından etkilenmiştir. Prof. Dr. Rahmi DOĞANAY Konuya girerken öncelikle Misak-ı Millî’nin ne olduğu veya ne olmadığı sorularına cevaplar arayarak Misak-ı Millî’nin kapsamı, hedefleri ve önemi net olarak ortaya çıkarılmalıdır ki; Lozan’da elde edilen sonuçla Misak-ı Millî’nin karşılaştırılması imkanı bulunabilsin. Böyle bir karşılaştırmanın sebebi, Misak-ı Millî İstiklal Savaşı’nın hedeflerini belirliyordu ve Lozan Andlaşması ile yeni Türk Devleti’nin statüsü uluslar arası platformlarda tescil ediliyordu. Hedeflerle elde edilenlerin uyumu neydi? Misak-ı Millî, Milli Ant, Peyman-ı Millî gibi isimlerle anılan ve Kurtuluş Savaşı’nın esaslarını ve hedeflerini belirleyen ve Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın kararı olarak milli irade şeklinde tecelli eden metin, aslında 28 Ocak 1920’den çok daha önceleri ve Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas Kongreleri sürecinde tasarlanmış ve belirginleşmiş prensiplerdir[1]. Hatta denilebilir ki; çağdaş bir eğilim olarak milli devlet anlayışından etkilenmeler döneminden itibaren Osmanlı İmparatorluğu yerine Milli bir Türk devleti oluşturma fikri içinde de Misak-ı Millî’ye denk düşen sınırlar düşünülmüştür. Bu süreç içinde Sivas Kongresi kararları olarak netleşen bu yaklaşımın Meclis-i Mebusan kararı olarak çıkması, bu prensiplerin milli irade haline dönüşmesini sağlamıştır. Misak-ı Millî belirlenirken, Wilson Prensipleri ve özellikle de 12. Maddesi dikkate alınmıştır. Misak-ı Millî Osmanlı Devleti’nin parçalanmasından sonra, milli özelliklere dayanan bir Türk devletinin kurulması ve tam manası ile müstakil bir yapıya kavuşması hususunda uyulması gereken ilkeler bütünüdür. Misak-ı Millî’de belirlenen hususlar sadece sınır meselesi ile ilgili olmayıp, iradelerini hür ve serbestçe kullanacak olan halkın milli, iktisadi, siyasi, içtimai, adli, mali ve kültürel gelişmesine engel olacak hiçbir kayıt altına girilmeyeceğini de belirtmiştir[2]. Erzurum Kongresi’nde Doğu Anadolu ve Karadeniz bölgelerinin Osmanlı bütününden ve birbirinden ayrılamayacağı, azınlıklara siyasi düzeni ve sosyal dengeyi bozacak imtiyazların verilemeyeceği, devlet ve milletimizin tam bağımsızlığı ve bütünlüğünün saklı kalması, milli iradenin hakimiyeti[3] gibi maddeler, milli bir kongre olarak toplanan Sivas Kongresi’nde ülkenin bütünü ile ilişkilendirilmiş, manda da açıkça reddedilerek milli bir beyanname haline dönüştürülmüştü. İstanbul Hükümeti temsilcileri de bu prensipleri Amasya Görüşmesi’nde kabullenmiş ve protokol halinde imzalamıştı[4]. Daha sonra İstanbul Hükümeti bu protokole bağlı kalmasa bile, sadece meclisin toplanması bile önemli bir aşamaydı. İşte 12 Ocak 1920’de toplanan bu meclis, Mustafa Kemal Paşa’nın istediği gibi, Sivas Kongresi kararlarını aynen onaylamadı. Ancak Misak-ı Millî adıyla aldığı kararlar, kapsam itibariyle Sivas Kongresi kararlarıyla örtüşüyordu. Bu çerçevede Misak-ı Millî ile; 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi sırasında Osmanlı Devleti’nin elinde kalan her yerin Türk sınırları içinde kalması, Mütarekenin çizdiği sınırların dışında kalan yerlerdeki Osmanlı-İslam çoğunluğunun geleceğini kendisinin belirlemesi, İşgal edilen ve nüfusun çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu yerlerin Milli sınırlara dahil edilmesi, Esaret altında kalan soydaşlarımıza azınlık haklarının sağlanması Devletimizin siyasi, iktisadi, mali ve diğer alanlarda bağımsızlığının temin edilmesi amaçlanmıştır[5]. Bu hükümler çerçevesinde Misak-ı Millî değerlendirildiğinde kapsamı ile ilgili bazı kanaatler oluşması mümkündür. Bu metin ve hükümler dışında Misak-ı Millî üzerinde çalışan uzmanların görüş ve ifadelerine bir göz atalım. “Misak-ı Millî yeni, milli ve bağımsız bir devlet kurmak üzere harekete geçmiş olan Türklerin akdettikleri, birlikte yaşamak üzere anlaştıkları şartları kapsayan toplumsal bir mukaveledir[6].” “Misak-ı Millî’nin hedefi Osmanlı Devleti’ni yeniden ayağa kaldırmak değildi. Mısır’ı, Hicaz’ı Balkanları, Kafkasya’yı yeniden kurtarmak değildi. Misak-ı Millî her şeyden önce bir milli devlet, üniter devlet düşüncesinin ürünüdür. İmparatorlukların dağıldığı dönemin şartlarını taşımaktadır[7].” Bu tespitlere katıldığımız zaten konuya girerken belirttiğimiz ifadelerden anlaşılmaktadır. Anadolu’da filizlenen Milli Mücadele’nin amacı, Osmanlı’yı yeniden canlandırmak değil, Türk milletinin de tam bağımsız olarak kendi ülkesinde yaşamasını sağlamaktı. Misak-ı Millî kararları da bütün dünyaya bunu ilan etmiştir. Ancak bunları söylerken Misak-ı Millî’nin bazı maddelerine yeniden değinip daha bazı şeylerin de bu metinde dile getirildiği veya sadece Anadolu coğrafyasında yaşayan Türkleri düşünme bencilliğinde olunmadığı görülmelidir. Misak-ı Millî’de coğrafi sınırları çok gerçekçi olarak özellikle de bir arada yaşayabilecek bir nüfus coğrafyasının dikkate alınması şeklinde çizilen sınırlar dışında kalan Türklerin ve Müslümanların ki bunlar özellikle Balkanlarda Osmanlı bakiyesidir. haklarının korunmasına yönelik bir madde de mevcuttur. Azınlıkların hakları komşu ülkelerdeki Müslüman halkın sahip olduğu haklar kadar olacaktır. Burada Türk ve Müslüman halkın haklarının korunması gayreti yanında Türkiye’de azınlık addedilen cemaatlere tanınacak hukuku da sınırlamaya yönelik bir çaba sezilmektedir. Yani Avrupa’nın bu konudaki sınırsız isteklerini gemlemeye yönelik olarak da düşünebiliriz. Misak-ı Millî’nin Türk Milli Mücadelesi’nin temel prensiplerini, amaçlarını belirlemesi ve hatta Türkiye’nin daha sonraki politikalarının rehberi olması görüşü genel bir kabul görmüş olmasına rağmen, Misak-ı Millî denildiğinde hemen akla gelen coğrafi sınırlar olmuş, Misak-ı Millî terimi adeta Türkiye coğrafyasını belirleyen bir ant olarak anlaşılmıştır. Bu çerçevede bu sınırlar da zaman zaman ve özellikle Lozan Andlaşması ile ilgili olarak TBMM’de çok tartışılmıştır. Bu konuda bir takım görüşler ve kanaatleri de buraya aktararak, sınırlarla ilgili bir tespit yapmak mümkündür. Tartışmalarda ileri sürülen görüşlerin değerlendirilmesinde dikkate alınmak üzere, Misak-ı Millî’nin sınırlarla ilgili maddelerini bir kez daha hatırlamakta yarar olduğu kanaatindeyiz. “30 Ekim 1918 tarihinde Mütareke imzalandığı sırada işgal altında olan Arap memleketlerinin durumu, ora halkının serbestçe vereceği oy ile belirlenir. Aynı tarih itibariyle işgal altında olmayan Türk ve Müslüman çoğunluğun yaşadığı bölgeler birbirinden hiçbir şekilde ayrılmaz bir bütündür. Elviye-i Selase’de Kars, Ardahan, Batum gerekirse yeniden halk oylaması yapılır. Batı Trakya’nın durumu, orada yaşayan halkın serbestçe beyan edecekleri oylarla belirlenmelidir[8].” Özellikle birinci maddeden yola çıkarak sınırların tespiti konusunda farklı yaklaşımlar olmuştur. Bu farklılıklar aynı kişilerin değişik zamanlarda, farklı şartlardaki davranışları veya ifadeleri açısından da geçerlidir. Özellikle Lozan’a kadar sınırlar konusunda ileri sürülen tespitlerle Lozan Andlaşması sırasında Mustafa Kemal Paşa’nın bile farklı kabulleri olmuştur. Bunun sebebi mevcut şartlar içinde siyaseten doğan bazı mecburiyetler olmuştur. Yoksa Mustafa Kemal Paşa’nın Misak-ı Millî konusunda herhangi bir tereddüdü yoktur. Cumhuriyet döneminde şartlar uygun düştükçe Atatürk’ün Lozan’da ulaşılamayan Misak-ı Millî hedeflerinden bazılarını gerçekleştirdiği de ilerde ve müteaddid defalar gündeme gelecektir. Şimdi bu konudaki tespitleri ve görüşleri alıp değerlendirelim. Mustafa Kemal Paşa’nın meclisteki ifadesiyle; “Mütareke akdolunduğu gün ordularımız fiilen bu hatta hâkim bulunuyordu. Bu hudud İskenderun Körfezi cenubundan, Antakya’dan, Halep ile Katma İstasyonu arasında Cerablus Köprüsü cenubundan Fırat Nehri’ne mülaki olur. Oradan Deyrizor’a iner, badehu şarka temdid edilerek Musul, Kerkük, Süleymaniye’yi ihtiva eder. Bu hudud ordumuz tarafından silahla müdafaa olunduğu gibi aynı zamanda Türk ve Kürt anasırı ile meskun aksam-ı vatanımızı tahdid eder[9].” Mustafa Kemal Paşa’nın bu konudaki görüş ve ifadelerine yeniden döneceğiz. Burada çizilen sınır ile ilgili olarak 1924 yılı yılbaşı armağanı olarak dağıtılan bir harita bu sınırları ihtiva etmektedir. Harita Mustafa Öztürk tarafından tahlil edilmekte ve “Misak-ı Milli iddia edildiği gibi sadece Mondros Mütarekesi sırasında muhasım orduların bulunduğu bir hat değildir. Mesela Rumeli’de muhasım orduların bulunduğu bir hat yoktur. Öyleyse Misak-ı Milli salt, müşahhas bir sınır değildir” denildikten sonra, yukarda Mustafa Kemal Paşa’nın belirttiği sınır hattı haritadaki sınır hattı olarak verilmektedir[10]. Yine Mustafa Kemal Paşa’nın Lozan öncesinde yabancı ve yerli basın mensuplarına verdiği demeçlerde de bu sınır esas alınmaktadır. İzmir’de 13 Ekim 1922 tarihinde Richard Danin’e; zaferden sonraki projeleri ve Türk toraklarından ne kastettiği sorulduğunda; “Avrupa’da İstanbul ve Meriç’e kadar Trakya, Asya’da Anadolu, Musul arazisi ve Irak’ın yarısı, Makedonya’yı ve Suriye’yi terk ettik. Fakat artık arkada kalan ve sırf Türk olan her yeri ve her şeyi isteriz. Bunları kurtarmağa azm ettik ve kurtaracağız”. Yine 24 Ekim 1922’de United Press muhabirine “Musul hududu millimiz dahilindedir.”[11] cevabını vermişti. Daha önce 2 Eylül 1921’de Associated Press’e demecinde; “Doğu Trakya Türk ekseriyetine sahiptir ve vazgeçilmez hinterlandımızdır. Trakya’nın diğer bölümü için halk oylamasını kabul edeceğiz. İstanbul bizimdir. Mamafih Marmara ve Boğazların ve İstanbul’un payitaht emniyeti temin edilmek şartıyla bir hal tarzı kabul etmeye hazırız”[12] ve 13 Ekim 1922’de Velit Ebuzziya’ya da “ Müstakbel hudutlarımız bizce 30 Ekim 1918 tarihinde Mütareke aktedildiği günde fiilen sahip olduğumuz huduttur”[13] diyor. Lozan Konferansı’nın devam ettiği, özellikle Musul Meselesi’nin tartışıldığı sıralarda da Mustafa Kemal Paşa, 25 Aralık 1922’de La Jurnal Muhabiri Paul Herriot’a ve 30 Ocak 1923’te İzmir basınına verdiği beyanatlarında iddiasında ısrarlıdır. “Musul Vilayeti’nin hududu Millimize dahil olduğunu biddefaat ilan ettik. Lozan’da elyevm karşımızda bulunanlar bunu pekala bilirler. Vatanımızın hudutlarını tayin ettiğimiz zaman büyük fedakarlıklara katlandık. Menfaatlerimize aykırı olmakla beraber sulh taraftarı hareket ettik. Artık Milli arazimizden en ufak bir parçasını bizden koparmağa çalışmak pek haksız bir hareket olur. Buna izin vermeyiz. Musul Vilayeti Türkiye Devleti’nin hududu Millisi dahilindedir. Buraları anavatandan koparıp, şuna buna hediye etmek hakkı kimseye ait olamaz. Cemiyeti Akvam ile bu meselenin ilgisi yoktur.”[14] Lozan öncesinde ve kısmen Konferans sırasında bu çerçevede ele alınan sınırlar ve Misak-ı Millî, Lozan’a gidecek heyet için belirlenen politik esasları da belirlemiştir. İsmet Paşa Heyeti Lozan’a giderken TBMM’de yapılan görüşmelerde de Lozan’da Misak-ı Millî üzerinde ısrar edilmesi vurgulanmış, Konferans sırasında da özellikle Musul konusunda, TBMM’nin gizli oturumlarında hep Misak-ı Millî tartışılmıştır[15]. Lozan Konferansı’na hazırlanan Ankara Hükümeti’nin hazırlıklarında görüşülecek esasları maddeler halinde belirlediği metinde de Misak-ı Millî esas alınmıştı. Sınırların belirlenmesinde doğu, Suriye, Irak, Adalar ve Boğazlarla ilgili ifadelerde tümüyle Misak- ı Millî esas alınmış ve Süleymaniye, Musul, Kerkük’ün istenmesi, Suriye’de İbni Hani’den itibaren Harim, Müslümiye, Meskene, badehu Fırat Yolu, Derzor, Çöl, nihayet Musul Vilayeti dahilde sayılmıştı. Adalardan sahilimize yakın olanların alınması, Trakya’da 1914 hududu, Batı Trakya için halk oylaması, Boğazlar ve Gelibolu’da yabancı güç kabulümüzün mümkün olmadığı tespit edilmişti. Kapitülasyonlar, Borçlar, Türkiye’de azınlık iddia edilen cemaatler ve Türkiye dışında kalan Türklerin durumu için de Misak-ı Millî hükümleri esas alınmıştı[16]. Lozan’a giderken beklentiler bu doğrultuda iken, Konferans’ta karşılaşılan direnç ve imkansızlıklar sebebiyle bu çerçevede gerçekleştirilemeyen hususlar, TBMM’de birçok milletvekilinde hayal kırıklığı yaratıyor ve gizli toplantılarda sert tartışmalara sebep oluyordu. Hükümet ve Heyet bu tartışmalarda savunma pozisyonunda, önceleri çok kararlı görünülen birtakım konularda ya taviz verilmesi, ya da bir savaşı göze alma mecburiyetiyle eleştirileri cevaplıyor fakat muhalifleri ikna etmekte zorlanıyordu. En çok tartışılan meselelerden biri de Musul Meselesi idi. Bu konuda pek çok milletvekilinin duyguları ve görüşlerini temsil eden İzmit milletvekili Sırrı Bey memnuniyetsizliğini belirtirken şöyle diyordu; “Bizim istediğimiz Musul ve mülhakatı baştan başa halk çoğunluğu Türk ve kısman de Kürt’tür. Bu noktadan Arap çoğunluğun yaşadığı yerler ifadesinin dışındadır. Musul çevresiyle Türkiye’nin dâhilindedir. Aksine davranış Misak-ı Millî’nin iptali manasına gelir.”[17] Bu ve buna benzer pek çok eleştiriye karşı Hükümet Başkanı Rauf Bey Musul’un terk edilmediğini ve İngiltere ile görüşmelerde mutlaka Musul’un alınacağını söyler. Rauf Bey; “Musul’u bir sene İngiltere ile ikili olarak halletmek üzere çalışmak, olmazsa Cemiyeti Akvam’a bırakmak şekli, Misak-ı Millî’mizin asıl ruhu ile örtüşüyor… Bunların hepsine ben ve arkadaşlarımız çok çalıştık ve muvaffak olamadık. Farz edin ki muvaffak olsaydık, bunların hepsi bir beyaz kağıt üzerinde kara mürekkeple yazılmış şeylerdir. Bunu teyit edecek yine Türk’ün kuvvetidir. Hiç birine inanmayın. Kuvvetimizi kaybettiğimiz anda anlaşmayı bir sigara kâğıdı gibi yırtarlar ve istedikleri gibi yaparlar[18].” Rauf Bey, güçlü olursak anlaşmaları değiştirebiliriz mi demek istiyor, yoksa gerçekçi bir yaklaşım olmazsa anlaşmanın sağlanamayacağım mı kast ediyor bilemiyoruz. Ancak birinci şıkkın, yani biraz temkinli olmanın ve fırsat beklemenin yararlı olduğu, aşırı isteklerin eldekileri kaybetme riski taşıdığını anlatmaya çalıştığını düşünüyoruz. Musul, Boğazlar, Adalar, Batı Trakya, hatta Hatay sınır meseleleri ile ilgili olarak TBMM’de ateşli tartışmalar yapılırken, Hükümet dışında Mustafa Kemal Paşa da tartışmaya zaman zaman katılmıştır. Mustafa Kemal Paşa TBMM’de Lozan Konferansı sırasındaki tartışmalarda daha önce çok net ve keskin ifadelerle çizdiği sınırlar konusunda daha yuvarlak ve temkinli ifadeler kullanır. Tabi bu ifadeler daha önceden de bahsedildiği şekilde Misak-ı Millî’den bir vazgeçiş değil, daha olumlu şartları beklemek ve elde edilenleri kaybetme riskini almamak adına bir manevra olarak değerlendirmek gerekir. Çünkü Hatay, Montreux gibi gelişmeler bu konuda bizi teyit ediyor. Mustafa Kemal Paşa bu tartışmalar sırasında söyledikleriyle de zaten bu mesajı veriyor. “Bizim Milli hududumuz bize mesut ve bağımsız yaşayabilecek bir hududu Milliyedir. Azami kabul ettirebileceğimiz sınır ne ise o bizim hududu Millimiz olacaktır. Misak-ı Millî’mizde muayyen ve müspet bir hat yoktur. Kuvvet ve kudretimizde tespit edeceğimiz hat sınır hattımız olacaktır.”[19] Bu bakış açısından Mustafa Kemal Paşa Misak-ı Millî’nin bir Türk sınırı ihtiva etmediği üzerinde durarak, herhangi bir bölgede yaşayan Türklerin haklarının, çizilecek suni bir sınır vasıtasıyla ezilmemesini amaçlamıştır[20]. Bu tartışmalarda Boğazlar, Adalar ve Batı Trakya ile azınlıklar konusu da ele alınmıştır. Bu konularda da Lozan Andlaşması’nın Misak-ı Millî ile uyuşmadığı, taviz verildiği şeklinde eleştiriler olmuştur. Mesela Trabzon milletvekili Hasan Bey; “Misak-ı Millî’nin müsaade ettiği şekli de Boğazlarda şimdiye kadar tarihen mevcut olan usulün tebeddülüne biz de binetice muvafakat ettik. Boğazların şimdiye kadar mevcut olan şekli, daima kapalı bulunması, Türklere ait bulunması ve tahkim edilmesi ve herhangi memlekete ait olursa olsun sefaini harbiyenin geçmesine müsaade edilmemesi, ticaret gemileri için dahi değişik şartlar, sınırlamalar ile müsaade ettik. Zaten Misak-ı Milli’de ticari geçişlere izin verilmişti. Boğazlardan serbest geçiş hakkındaki esasları Misak-ı Millî ile uyuşmamaktadır.”[21] demektedir. Bu tip eleştirilere karşı, yapılan andlaşmada elde edilen sonucun Misak-ı Millî’ye aykırı olmadığı, Zaten Misak-ı Millî’de serbest geçişin söz konusu olduğu, silahsızlandırma uygulamasının da çok fazla bir şey ifade etmediği, çünkü silahsız bölge dışında istediğimiz kadar güç bulunduracağımıza göre her an Boğazlara müdahale edebiliriz, şeklinde savunma yapılıyordu. Kapitülasyonlar konusundaki görüş de gayet açık ve netti. Kapitülasyonlar 1914 Eylül ayında kaldırılan tek taraflı davranışlar olarak benimsenmekteydi. Lozan Andlaşması’nda da mesele Türk tarafının görüşleri paralelinde çözümlenmişti. Mustafa Kemal Paşa 2 Kasım 1922’de Petit Parisien muhabirine verdiği demeçte bu konuda Türk tarafının isteklerini net olarak ortaya koymuştu. “Her şeyden evvel şurası bilinmelidir ki, Büyük Millet Meclisi Hükümeti kapitülasyonların devamını asla kabul etmeyecektir. Kapitülasyonlar bizim için mevcut değildir ve asla mevcut olmayacaktır. Türkiye’nin istiklali her sahada tamamen ve kamilen tasdik olunmak şartıyla kapılarımız bütün ecnebilere açıktır.”[22] Konferansın kesintiye uğradığı sıralarda, 17 Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasında da Atatürk; “…Biz memleketimizi esirler ülkesi yapmayız… Hala muhataplarımız eski Osmanlı Devleti’nin tarihe malolduğunu ve bugün yeni bir Türkiye’nin kurulduğunu ve bunu kuran milletin çok azimli bulunduğunu, tam bağımsızlık ve egemenliğinden zerre kadar fedakarlık yapamayacağını anlamıyorlar… Hiç kimseden fazla bir şey istemiyoruz. Dünyada her medeni milletin tabiatıyla malik olduğu şeylerden bizi mahrum etmemelidirler; çünkü haklarımız tabiidir, meşrudur, makuldur ve bize lazımdır. Biz bu haklardan vazgeçemeyiz ve ne kadar haklı isek, bu hakkımızı savunmak ve korumak için memleketimizin, milletimizin kabiliyeti ve kudreti de o kadardır.” diyor ve Türkiye’nin her yönüyle tam bağımsızlığı ne kadar önemsediğini belirtiyor, biraz da, Lozan’da Türk isteklerini görmezden gelmeye çalışan İtilaf Devletlerini uyarıyordu. Şimdi bütün bu tespitlerden sonra, Son Osmanlı Meclisi Mebusanı’nda Milli hedef olarak belirlenen Misak-ı Millî’nin, Lozan Andlaşması’ndaki çerçeve ile ne kadar örtüştüğü veya örtüşmediği sorusunun cevabını araştırırsak; İstiklal Savaşı sonrası Türkiyesi’ni tescil eden Lozan’da; Misak-ı Millî hedeflerine ulaşılamayan noktalar görürüz. Ancak yine de Lozan Andlaşması 1914-1918 savaşını kazanan Müttefikler ile, 1919-1922 Kurtuluş Savaşı’nı kazanan Türkiye arasındaki ilişkileri eşit şartlarda düzenlemiştir. Bu yüzden Birinci Dünya Savaşı sonrası yapılan pek çok andlaşma kısa sürede yok olmuşken, Lozan bugün hala geçerliliğini korumaktadır. Lozan’da Misak-ı Millî ile çizilen Milli sınırların tescil edilmiş olması, başka bir ifadeyle Türk Milli Mücadelesi’nin haklılığı bunu sağlamıştı. Tabi ki burada sadece coğrafi sınırlar açısından değil, her bakımdan bağımsız bir Türkiye için borçlar, azınlıklar, yurt dışında kalan Türkler, kapitülasyonlar gibi meseleler de Lozan’da çözüme kavuşturulmuş, bu konularda Türkiye sınır konusuna göre daha tatminkâr şartlar sağlamıştı. Lozan Konferansı sırasında, Türk delegasyonu başkanı İsmet İnönü kapitülasyonlardan faydalanan tarafların, ama özellikle İngiltere ve Fransa’nın çeşitli diplomatik oyunlarına karşı, “ kapitülasyonlar kaldırılmıştır” ifadesinin andlaşma metninde yer alması konusundaki ısrarını ve karşı tarafın bunu böylece kabul etmek zorunda kaldığını biliyoruz[23]. Burada söz konusu olan tabiidir ki sadece ticari ve mali kapitülasyonlar değil, adli, siyasi ve kültürel alanlardaki imtiyazlardı da. Konferansın tıkanmasında en önemli konulardan olan adli rejim, ekonomik kapitülasyonlar ve savaş tazminatı görüşmelerinde de İsmet İnönü aynı kararlı tavrı ortaya koyuyor ve; “Vatanım için iktisadi kölelik kabul etmeyi reddederim. Müttefiklerin ileri sürdüğü talepler, memleketimin ekonomik kalkınmasıyla ilgili tüm imkânları kaldırarak bütün ümitlerimizi yok edecek” diyordu[24] Bütün kapitülasyonlar kaldırılıyor, Türkiye bunların tasfiyesi için beş yıllık bir geçiş sürecinde ithalat gümrüklerini değiştirmemeyi kabul ediyordu. Türkiye Hükümeti’nin yabancılara Türk mahkemeleri önünde iyi bir adaletin sağlanması konusunda Savaşa girmemiş ülkelerin hukukçularından olmak üzere, Lahey Uluslar arası Sürekli Adalet Divanı’nca düzenlenecek çizelge içinden seçeceği hukuk danışmanlarını, beş yıldan az olmamak kaydıyla, gerekli göreceği bir süre için, Türkiye memuru olarak ve gecikmeksizin hizmetine alacaktır ve Bu hukuk danışmanları Adalet Bakanı’na bağlı olacaklardır[25]. Sonuç olarak bu gibi başka bazı kayıtlarla da olsa, karşı tarafın deyimi ile, Türkiye’den uygar ülkelerde yürürlükte olmayan bir yöntem uygulamasını istemenin haksızlığı kabul ediliyordu. Belki kapitülasyonlarla birlikte ele alınabilecek olan imtiyazlar ve kabotaj problemleri de her iki tarafı madur etmeyecek ölçülerde çözülmeye çalışılmış, Osmanlı döneminde yapılmış olan imtiyaz anlaşmaları taraflar arasında yeniden görüşülüp mevcut duruma göre şartların düzenlenmesi, anlaşma mümkün olmazsa ve gerekli şartlar oluşmuşsa Türkiye’nin tazminat ödemesi kararlaştırılmıştır. Kabotaj hakkı ve liman hizmetleri, andlaşmanın yürürlüğe girmesinden itibaren sadece Türk bandırasına ait kılınmış, 31 Aralık 1923 tarihine kadar yabancıların kabotaj yapmalarına da izin verilmiştir[26]. Osmanlı Borçları meselesi de Lozan’da şöylece karara bağlanmıştı Balkan savaşı ile Osmanlı’dan ayrılan devletler, Adalar, Lozan Andlaşması ile Osmanlı’dan kopan toprakların verildiği devletler, yine Lozan gereği Osmanlı’dan ayrılan topraklarda kurulan devletler, Osmanlı borçlarının faizi ile birlikte ödenmesine katılacaklardır. Bu devletler paylarına düşen taksitleri Türkiye’ye ödeyecek, Türkiye bunları alacaklılara toplu olarak yine yıllık taksitlerle Fransız Frangı üzerinden ödeyecektir[27]. Yeni Türkiye’nin tam bağımsızlığı ile yakından ilgili diğer bir konu da Azınlıklardı ve Lozan’da bu konuda tabii olarak gündeme geldi. Andlaşmanın ilgili hükmüne göre Türkiye hükümeti doğum, milliyet, soy, dil, ya da din ayırt etmeksizin, Türk halkının tümünün hayat ve hürriyetlerini en geniş biçimde korumayı üstlenir. Türkiye’nin tüm halkı kamu düzeni ve genel ahlak ile bağdaşan her din, mezhep ya da inanışın genel ve özel biçimde özgürce kullanılması hakkına sahiptir. Müslüman olmayan Türk vatandaşları Müslümanlarla özdeş medeni ve siyasal haklardan yaralanacak, Türkiye’nin tüm halkı yasa önünde eşit olacaktır. Türk Hükümeti Müslüman olmayan vatandaşlarının çoğunlukla yerleştikleri şehir ve kasabalarda bunlara yönelik imkânlar sağlayacak, ana dilleri ile eğitim verecek okullarda Türkiye resmi dili de öğretilecektir… İş bu kesim hükümleri ile Türkiye’nin Müslüman olmayan azınlıkları için tanınan haklar, Yunanistan tarafında da, kendi topraklarında bulunan Müslüman azınlığa tanınmıştır[28]. Buraya kadar Lozan Andlaşması’nın iktisadi, siyasi, mali ve adli yönleri ile ilgili hükümleri üzerinde bir değerlendirme yapılırsa; Misak-ı Millî ölçeğinde, daha önce de değinildiği gibi hedefleri tutturmada başarılı bir sonuç ortaya çıkıyor. Türkiye’nin sınırları konusunu, Lozan’da belirlenen sınırları aktarmak yerine, bu defa tersten alarak, Misak-ı Millî içinde sayılan fakat Lozan’da elde edilemeyen, başka bir deyişle Türk tezlerine tezat şekilde sonuçlanan konulara bakacağız. Lozan Andlaşması tabiidir ki; problemleri tümüyle ortadan kaldırmamış, Misak-ı Millî hedeflerinin gerisinde kalan noktalar da olmuştu. Bunların bir kısmı daha sonraki yıllarda düzeltilmiş fakat hala ulaşılamayan noktalar mevcuttur. Burada bu konuda bir tespit yapmak gerekirse, Misak-ı Millî İstiklal Savaşı ile sınırlı bir hedef olarak da görülmemelidir. Daha sonraları, 1936’daki Montreux Boğazlar Sözleşmesi ile Boğazlarda, 1938-1939’da Hatay, hatta 1974’te Kıbrıs olayları ile Milli hedeflere ulaşılmış ve adı geçen devamlılık görülmüştür. Misak-ı Millî içinde gösterilen, ancak Lozan’da dışarıda kalan bölgeler veya Misak-ı Millî çerçevesinde ulaşılamayan hedefler olarak baktığımızda; Musul-Kerkük, Batum, Batı Trakya, Boğazlar ve Hatay meseleleri göze çarpmaktadır. Türkiye-Sovyet Rusya sınırı 16 Mart 1921 tarihli Moskova Andlaşması ile kesinleşmiş ve Lozan’da gündeme gelmemiştir. Bu durumda Batum Misak-ı Millî sınırlarına dahilken elde edilemeyen bir bölgedir ve bunun pazarlığı Moskova görüşmelerinde yapılmıştır. Ali Fuat Cebesoy’a göre, Batum fazladan istenmiş, sonra geri adım atılarak Rusya ile pazarlıkta önemli bir taviz olarak terk edilmiştir[29]. Yani pazarlığın sonuna kadar Batum’dan hiç vazgeçilmeyecekmiş gibi bir tavırla Rusya’nın daha başka tavizler istemesi veya koparmasının önüne geçilmiştir. Batum’un stratejik ve ekonomik değeri düşünüldüğünde bize bırakılmayacağı veya bizim burayı almaya gücümüzün yetmeyeceği gibi bir yaklaşımla hiç olmazsa başka taviz isteklerinin önüne geçilmesi düşünülmüş olmalıdır. Ayrıca gerek Sovyet Rusya ile yapılan Moskova Andlaşması’nda gerekse Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan ile yapılan Kars Adlaşması’nda; Batum livası halkından her topluluğun kültürel dinsel haklarını sağlayacak, halkın isteklerine uygun tarım toprakları rejimi kurma imkanına sahip olacak şekilde idari özerklik sağlanması ve Batum Limanı üzerinden Türkiye’nin ithalat ve ihracat mallarına gümrük uygulanmaması ve serbest geçiş şartları kabul edilmişti[30]. Dönemin hassas dengelerini düşündüğümüzde Rusya ile yapılacak iş birliğinin Milli Mücadele’nin genel seyri için hayati önem taşıdığı da unutulmamalıdır. Misak-ı Milli’ye göre Hatay’ın güney sınırından düz bir şekilde İran’a çizilecek çizginin güney sınırımızı oluşturması düşünülmüşken, 20 Ekim 1921’de Fransa ile yapılan Ankara Andlaşması bu hedefin gerisinde kalarak, Hatay hariç Türkiye-Suriye sınırını belirlemiştir. Muhtariyete yakın bir statüyle Suriye içinde Fransa’ya bağlı bir bölge olarak bırakılan Hatay, bilindiği gibi 1936’da Fransa Suriye’den çekilirken yeniden gündeme gelmiş ve 1939’da bugünkü statüsü kurulmuştur. Güneyde, Türkiye-Irak sınırı da Lozan’da çözülemeyen ve daha sonraki Türk- İngiliz ikili görüşmelerine bırakılan bir meseleydi. Bu sınırın belirlenmesindeki pürüz, Misak-ı Millî sınırları içinde bulunan Musul-Kerkük bölgesidir. Konferans sonrası yapılan ikili görüşmelerde bir yıl içinde çözümlenemeyen bu konu Milletler Cemiyeti’ne havale edilmiş, Cemiyet de İngiltere lehine bir kararla, 16 Aralık 1925’te bölgeyi Irak’a vermiştir ki Irak da İngiliz mandasındadır. İngiltere bu sonucu ancak bu şekilde alabileceği düşüncesiyle konuyu Lozan’ın gündeminden çıkarmış ve sonuç istediği gibi olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletleri ve onların uydularından oluşan Milletler Cemiyeti’nden İngiltere aleyhine bir karar çıkması da zaten uzak bir ihtimaldi. Türkiye bu oldu bittiyi kabul etmek istemediyse de, özellikle kendi içindeki birtakım istikrarsızlıklar nedeniyle meselenin üstüne gidememiştir. Bu dönemde Doğu’da çıkan Şeyh Sait İsyanı da bu bakımdan manidardır. Bu meselenin çözümünü savaşa girmemek için ertelemek ondan vazgeçmek anlamına da gelmemelidir. Daha kuvvetli olabileceğimiz bir zamana tehir etmek olarak da düşünülebilir. Trakya’da ise, Bulgar sınırı 1913’te Balkan Savaşı sonrası yapılan İstanbul Andlaşması ile belirlenen şekilde tescil edilmiştir. Yunan sınırı da Balkan Savaşı sonrası belirlenen biçimdedir. Meriç Nehri sınır kabul edilmiş ve artı olarak Karaağaç Bölgesi Türkiye’ye verilmiştir. Bu durumda Batı Trakya da Misak-ı Millî sınırları dışında kalmıştır. Ancak Batı Trakya Balkan savaşı sonrası Türk idaresinden çıkmıştı. Batılı ülkelerin baskıları sonucu Osmanlı idarecileri kendiliklerinden, “Meriç Nehri’nden daha doğuya çekilmeyiz” şeklindeki ifadeleriyle bu sınıra razı oldukları izlenimini vermişlerdi. Lozan’da, bölgede yaşayan Türklerin azınlık statüsü tescil edilmişti. Ayrıca Adalardan Çanakkale Boğazı’nın güvenliğiyle doğrudan ilgili olan Bozcaada, Gökçeada ve Tavşan Adası Türkiye’ye verilmiş, Ege adalarının diğerlerinin Balkan Savaşı sonrası durumu teyit edilmişti. Boğazlar bölgesindeki kesin hâkimiyetimiz ise, 1936 yılında Montreux Boğazlar Sözleşmesi ile gerçekleşmiştir. Lozan Andlaşması imzalandığı sırada İstanbul ve Boğazlar Müttefiklerin kontrolü altındaydı ve Türkiye’ye baskı yapmak için kullanılmaya çalışılıyordu. Bu konuda Lozan’a ek bir andlaşma 14 sayılı andlaşma yapılmış ve Boğazların statüsü belirlenmiştir. Buna göre; tartışılan üç tezden 1-İngiltere başkanlığında İtilaf Devletleri Boğazların statüsünün Sevr’deki gibi olmasını isterken, Türkiye’nin güvenliği için bazı garantileri kabul ediyorlardı. 2-Rusya ise Türkiye’nin Boğazlardaki kesin hakimiyetini ve Karadeniz’e tüm savaş gemilerinin girmemesinin sağlanmasını istiyordu. 3- Türkiye Boğazlardan sınırlı bir geçiş serbestisi ile birlikte buraların Türkiye’nin savunması dahiline alınmasını istiyordu. yola çıkılarak bir orta yol bulunmuş ve andlaşma imzalanmıştır. Andlaşmaya göre, ticaret gemileri barışta ve Türkiye’nin tarafsız kaldığı savaşlarda tam serbesti ile geçebileceklerdi. Türkiye savaşta taraf ise, tarafsız gemiler düşmana yardım amacı dışında geçebilecekti. Savaş gemileri ise, barış zamanında bazı sınırlandırmalarla geçebileceklerdir. Buradaki ölçü Karadeniz’deki deniz gücünün Rusya aleyhine bozulmamasıdır. Boğazlar ve İstanbul bölgesinde Türk hakimiyetini veya Misak-ı Millî hedeflerini zedeleyen asıl unsur bu bölgede oluşturulan Uluslararası Komisyon ve O’nun yetkileridir[31]. Bu çerçevede Boğazların serbestliğini sağlamak için, Boğazların her iki yanında, en çok 20 kadar genişleyebilecek olan toprak şeridi ile, Ege ve Marmara Denizi’ndeki bazı adalar askersizleştiriliyordu. Türkiye’nin güvenliği ve Boğazların serbestisi tehlikeye girerse Milletler Cemiyeti bu tehlikeyi önlemeyi taahhüt ediyordu. Ayrıca, Boğazlardan uçuş da bu şartlara bağlıydı ve Boğazların daraldığı noktalarda 5 kilometrelik bir şerit üzerinden uçuş iznine sahip olunuyordu. Silahsızlandırılan bu bölgelerde ve Adalarda hiçbir istihkam, topçu tesisi ve deniz üssü bulunmayacaktı. Buralarda güvenliğin sağlanması için ancak, silahları top olmaksızın, tüfek, tabanca, kılıç ve her yüz asker için dört hafif makineli tüfek ile sınırlı kalacak ve polis ve jandarma kuvvetinden başka silahlı kuvvet bulunmayacaktı[32]. Bu rejimi yürütecek olan Boğazlar Komisyonu’ydu ve başkanı Türk olacaktı. Görüldüğü gibi Boğazlar konusunda yukarıda bahsedilen görüşler arasında bir orta yol bulunmuştur. Bu durum yine daha önce belirtildiği gibi Türkiye’nin bölgedeki hakimiyeti açısından tam bir hakimiyeti kapsamamaktadır. Ancak, 11 Nisan 1936’da Türkiye’nin “Lozan’ın imzalandığı dönemdeki şartların değiştiği, Lozan’ın da güncelleştirilmesi gerektiği ve Türkiye’nin güvenliği açısından bazı endişelerini giderecek bir şekle sokulması gerektiği” ifadesiyle Lozan’da imzası bulunan önde gelen dokuz devlet temsilcisine başvurması sonucu 22 Haziran-22 Temmuz 1936 tarihleri arasında konferans toplanmış ve 9 Kasım 19936 tarihinde Montreux Andlaşması yürürlüğe girmiştir. Bu Andlaşma ile Boğazlar ve İstanbul’da bugünkü statü sağlanmış ve Türkiye’nin bölgedeki hâkimiyeti kesinleşmiştir. Misak-ı Milli’nin siyasi ve ekonomik açılardan da tam bağımsız bir Türk devletini hedeflediğini biliyoruz. Kapitülasyonlar, Borçlar, ve azınlıklar gibi konuların da coğrafi sınırlar kadar önemli olduğu kesindir. Kapitülasyonların kaldırılması, borçlar konusunda Türk tezinin kabulü ve azınlıklar tabir edilen unsurların mübadele yoluyla halli, Türkiye’nin üniter bir yapı olarak kabulü ile Lozan’da Misak-ı Milli hedeflerine ulaşılmıştır. Türk delegasyonu Lozan’da bu konularda da çok yönlü bir politika izlemişti. Kapitülasyonlar konusunda karşısına aldığı Amerika’nın imtiyazlar konusunda taviz vererek desteğini sağlamış, Osmanlı borçlarını kısmen kabul ederek Fransa’nın gönlünü hoş tutmuş, Musul Meselesi’nin ilk aşamasında İngiltere’nin prestijini korumasına imkan vermiştir. Buna karşılık Batı, Milli nitelikli yeni Türk devletinin bağımsızlığını, Misak-ı Millî sınırlarını Musul hariç ve kapitülasyonların kaldırılmasını onaylamıştır[33]. Azınlıklar ve Patrikhane konusunda hedef topyekün mübadele ve Patrikhanenin İstanbul’dan Türkiye dışına çıkarılması iken, İstanbul’daki Rumlar ve Patrikhane burada kalmıştır. Patrikhanenin son zamanlardaki bir takım faaliyetleri de bu konuda bazı rahatsızlıklar vermektedir. Lozan Andlaşması’nı bu açıdan ele aldığımızda da Sevr’e göre Batı; “en fazla kar” ilkesinden “en az zarar” noktasına gelmiştir. Sonuç olarak; Lozan Andlaşması Misak-ı Millî açısından eksik olmakla beraber, o günün şartları içinde mümkün olanın en iyisi olarak değerlendirilebilir. Yine Misak-ı Millî İstiklal Savaşı’na endekslenmiş bir hedef de değildir. Zaman ve şartlara göre bu Milli amaca ulaşılması konusunda, İstiklal Savaşı sırasında azami mücadele yapılmış, Milli Mücadele ile cephede elde edilebilen başarı ile yetinilsin şeklinde bir anlayış olmamıştır. Ya da ulaşılamayan hedeflerde silaha müracaat edilmemiş, beklenmiş, hedefin bazı kısımlarına daha sonraki yıllarda ve özellikle Atatürk döneminde müsait şartlar oldukça bu fırsatlar değerlendirilmeye çalışılmış sulh yolu ile hedeflere ulaşılmıştır. Hatay Meselesi, Montreux Boğazlar Sözleşmesi ve hatta Kıbrıs olayı bu anlayışın somut örnekleridir. Prof. Dr. Rahmi DOĞANAY Prof. Dr. Fen-Edb. Fak. Tarih Bölümü, rdoganay Kaynak Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 11 Sayı 2, ELAZIĞ-2001 KAYNAKLAR ♦ Fahir Armaoğlu, “Tarihi Perspektif İçinde Misak-ı Milli’nin Değerlendirilmesi,” Misak-ı Milli ve Türk dış Politikasında Musul, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1998 ♦ İlker Alp, “Misak-ı Milli”, Misak-ı Milli ve Türk Dış Politikasında Musul, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1998 ♦ K. Atatürk, Nutuk, İstanbul, 1981, ve V ♦ Atatürk’ün Milli Dış Politikası, Ankara, 1981, Belge No90 ♦ Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, ve Ankara, 1981 ♦ Mesut Aydın, Misak-ı Milli ve Yeni Türk Devletinin Sınırları, Malatya, 1997 ♦ Ali Fuat Cebesoy, Moskova Hatıraları, Ankara, 1982 ♦ Rahmi Doğanay, Milli Mücadele’de İtilaf Devletlerinin Karadeniz’deki Faaliyetleri, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara, 1992 ♦ Doğu Ergil, Milli Mücadelenin Sosyal Tarihi, Ankara, 1981 ♦ İsmet İnönü, İstiklal Savaşı ve Lozan, Ankara, 1998 ♦ Nejat Kaymaz, “ Misak-ı Milli’ye Bağlılık Andı İçilmesi Konusu II”, Tarih ve Toplum Dergisi, Eylül 1985 ♦ Mustafa Öztürk, “TBMM’nin 1924 Yılı Yılbaşı Hatırası Misak-ı Milli Haritası”, Askeri Tarih Bülteni, Şubat 2000 ♦ Salahi R. Sonyel, Türk Kurtuluş savaşı ve Dış Politika II, Ankara, 1991 ♦ İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları, Ankara, 1989 ♦ Osman Ulagay, Amerikan Basınında Türk Kurtuluş Savaşı, İstanbul,1974 ♦ Selahattin Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, İstanbul, 1991, ♦ TBMM Gizli celse zabıtları, Ankara, 1985, , ♦ Refik Turan, “Misak-ı Milli ve Atatürk’ün Lozan Sonrası Hedefleri”, Misak-ı Milli ve Türk Dış Politikasında Musul,” Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1998 ♦ Durmuş Yılmaz, Misak-ı Milli ve Yeni Türk Devletinin Kuruluşu”, Misak-ı Milli ve Türk Dış Politikasında Musul, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1998 Dipnotlar [1] Doğu Ergil, Milli Mücadelenin Sosyal Tarihi, Ankara, 1981, [2] Mesut Aydın, Misak-ı Milli ve Yeni Türk Devletinin Sınırları, Malatya, 1997, [3] Selahattin Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, İstanbul, 1991, s. 55-56 [4] İlker Alp,”Misak-ı Milli”, Misak-ı Milli ve Türk Dış Politikasında Musul, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1998, [5] İ. Alp, “Misak-ı Milli”, s. 201 [6] Nejat Kaymaz, “ Misak-ı Milli’ye Bağlılık Andı İçilmesi Konusu II”, Tarih ve Toplum Dergisi, Eylül 1985, [7] Durmuş Yılmaz, Misak-ı Milli ve Yeni Türk Devletinin Kuruluşu”, Misak-ı Milli ve Türk Dış Politikasında Musul, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1998, [8] S. Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, [9] K. Atatürk, Nutuk, İstanbul, 1981, V. 220, [10] Mustafa Öztürk, “TBMM’nin 1924 Yılı Yılbaşı Hatırası Misak-ı Milli Haritası”, Askeri Tarih Bülteni, Şubat 2000, [11] Ataürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, Ankara, 1981, [12] Söylev ve Demeçler, [13] Söylev ve Demeçler, [14] Söylev ve Demeçler I-III, [15] Fahir Armaoğlu, “Tarihi Perspektif İçinde Misak-ı Milli’nin Değerlendirilmesi,” Misak-ı Milli ve Türk dış Politikasında Musul, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1998, [16] Metin için bkz. Atatürk’ün Milli Dış Politikası, Ankara, 1981, Belge No90, [17] TBMM Gizli celse zabıtları, Ankara, 1985, [18] TBMM Gizli Celse Zabıtları, [19] TBMM Gizli Celse Zabıtları, [20] Refik Turan, “Misak-ı Milli ve Atatürk’ün Lozan Sonrası Hedefleri”, Misak-ı Milli ve Türk Dış Politikasında Musul,” Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1998, [21] TBMM Gizli Celse zabıtları, [22] Söylev ve Demeçler, [23] Bkz. İsmet İnönü, İstiklal Savaşı ve Lozan, Ankara, 1998, s. 40-44 [24] Salahi R. Sonyel, Türk Kurtuluş savaşı ve Dış Politika II, Ankara, 1991, s. 330 [25] İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları, Ankara, 1989, s. 194 [26] İ. Soysal, s. 196 [27] İ. Soysal, s. 98 [28] İ. Soysal, s. 95-98 [29] Ali Fuat Cebesoy, Moskova Hatıraları, Ankara, 1982, [30] İ. Soysal, s. 33,43 [31] Rahmi Doğanay, Milli Mücadele’de İtilaf Devletlerinin Karadeniz’deki Faaliyetleri, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara, 1992, [32] İsmail Soysal, [33] Osman Ulagay, Amerikan Basınında Türk kurtuluş Savaşı, İstanbul,1974, Son Güncellenme 17 Temmuz 2019 Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasından sonra Felah-ı Vatan adında Milli Mücadele yanlıları tarafından bir parti kuruldu. Bu partinin yayınlamış olduğu bir bildiri doğrultusunda ülkenin her yerinde seçimler yapılarak bir Mebuslar Meclisi kuruldu. Misak-ı Milli adını verdiğimiz bu belge 28 Ocak 1920 ’de Mebusan Meclisi ’nde kabul edilmiştir. Meclisin kabul ettiği bu kararlar 17 Şubat günü halk ile son Mebusan Meclisi’nde ilk olarak “Ahd-ı Milli Beyannamesi” adıyla kabul edilmiş daha sonra adı Misak-ı Milli olarak değiştirilmiştir. 12 Şubat tarihinde Edirne mebusu Şeref Bey, alınan kararların bütün dünyaya basın yoluyla bildirilmesi önerisinde bulunmuştur. Bu öneri üzerine 17 Şubat günü alınan kararlar bütün dünyayla Misakı Milli Nedir?2 Misakı Milli Sınırları3 Misakı Milli Kararları4 Misak-ı Milli Misak-ı Milli Kararlarından Sonra İstanbul’un İşgali5 Misak-ı Milli’nin ÖnemiMisakı Milli Nedir?Misak-ı Milli, Kurtuluş Savaşı döneminde vatanın mevcut sınırlarını belirleyen 6 madde içeren bir belgedir. Misak-ı Millî ’nin günümüz Türkçe’sindeki anlamı “Milli Yemin” olarak Milli SınırlarıMisak-ı Milli haritasının bildirinin hazırlanması için Ankara’da 1920 tarihinde çeşitli toplantılar yapılmaktaydı. Bu toplantılar Milli Mücadele’nin hazırlığı niteliğinde olan bu kararların belirlenmesi için oldukça önemli bir yere sahipti. Hazırlanan Misak-ı Milli taslağı Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin yaptığı görüşmelerden sonra mecliste görüşülmüştür. Daha sonra bu kararlar meclise görüşülmüş ve oy birliği ile kabul edilmiştir. Bu kararların kabulü ve yayınlanmasıyla ilgi bazı konular açıklığa kavuşturulamamıştır. Beyannameyle ilgili görüşmeler ve metinler Mebusan Meclisi’nin zabıtlarında da bulunmamaktadır. Bu sebeple görüşmelerin Felah-ı Vatan grubunun içinde görüşülerek karar verildiği ihtimali de Osmanlı Mebusan Meclisi Misak-ı Milli kararlarını belgede barış antlaşmasının şartları belirlenmiş ve eğer bu şartlar doğrultusunda anlaşma sağlanamazsa yapılacak olan Kurtuluş Mücadelesinin hedefleri bildirilmiştir. İtilaf Devletleri bu belgeye büyük bir tepki göstermiştir ve tepkisini sert bir şekilde belli etmiştir. Verdiği tepkilerden en büyüğü ve sonuncusu da İstanbul’u tamamen işgal etmek olmuştur. İtilaf Devletleri zaten 1919 ’dan beri İstanbul’u işgal ediyordu ancak bu bildiriden sonra 1920’de resmen İstanbul işgal edildi. Mebusan Meclisini basarak bazı milletvekillerini tutukladılar. Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak bu olaydan sonra Mustafa Kemal’in yanında yer Milli KararlarıUlusal sınırlar içinde vatan bir bütündür, kesinlikle Antlaşması imzalandığında işgal altında olmayan Osmanlı toprakları bölünmez bir bütündür. Mondros imzalandığı sırada işgal altında bulunan bölgelerin ve Arap topraklarının geleceğine, bu bölgede yaşayan halk karar verecektir. Halk oylamasıyla bu toprakların durumu belli olacaktır. Yani Araplar kendi geleceklerine kendileri karar Trakya ve Elviye-i Selase dâhilinde bulunan Kars, Ardahan ve Batum’un durumu, Arap bölgelerinde olduğu gibi yine halk oylamasıyla karara bağlanacaktır. Yani bu bölgede yaşayanlar eğer gerekirse kendi geleceklerine kendileri karar mali, idari ve siyasi yönden etkileyecek olan engeller yani uzun süredir ülkemizi her açıdan engeller nitelikte olan kapitülasyonlar kesinlikle kabul ve Çanakkale boğazlarının güvenliği ve tehlikeden uzak tutulması ile ilgili önlemler alınacak ve bu boğazların ticaret gemilerine açılıp açılmaması ile ilgili kararlar Türkiye ile birlikte ilgili devletler arasında yapılacak olan anlaşmaya göre yaşayan Hristiyan ve diğer azınlıklara, diğer ülkelerde Müslümanlara tanınan haklar kadar hak tanınacaktır. Yani Müslümanların kullandığı haklar ile bu azınlıkların hakları eşit hale Milli kararlarının orjinal metninden bir Milli SonuçlarıKararlar 1920 tarihinde Mebusan Meclisi tarafından kabul kararlar “Misak-ı Milli Kararları” adıyla resmi bir hale Savaşı’nın hedefleri ve yöntemleri resmen belirlenmiş ve kabul ulusal bağımsızlıkla ilgili kararlar alınmış, ulusal egemenliğe bu bildiride yer Prensibi kabul Antlaşması imzalandıktan sonra ki topraklarımızın milli sınır olduğu Milli Kararlarından Sonra İstanbul’un İşgaliBu bildirideki kararların Mebusan Meclisi tarafından kabul edilmesi sonucunda İtilaf Devletleri bu kararlara karşı çıkmış ve büyük bir tepki göstermiştir. Bu tepki sonrasında 16 Mart 1920 ’de İtilaf Devletleri İstanbul ilimizi resmen işgal etmiştir. İtilaf Devletleri, Mebusan Meclisi’ne baskın yapmış ve bu baskın doğrultusunda meclis milletvekillerini tutuklama kararı alınmış ve Malta’ya sürgün edilmiştir. Meclis, 11 Nisan 1920 tarihinde padişahın kararı ve yetkisi ile kapatılmıştır. Meclisin kapatılmasından sonra Salih Paşa Hükümeti’nin yerine Damat Ferit Hükümeti gelmiştir. Bu gelişmeler üzerine Temsil Kurulu’da yeni bir meclisin açılması için çeşitli çalışmalar yapmaya işgalinden bir fotoğraf. Yerbeyazıt Milli’nin ÖnemiMisak-ı Milli, Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalandığı zamandaki Osmanlı sınırlarını kapsamaktadır. Bu zamandaki bize ait olan topraklara göre Türkiye’nin milli sınırları milli yeminde belirlenen kararlara göre barış antlaşmasında Türkiye ’nin kabul edebileceği şartlar ekonomik ve siyasi bağımsızlıktan ödün verilmeyeceği sınırlar meclis onayından geçmiş ve alınan kararlar meclis tarafından kararlarla birlikte halka milliyetçilik kavramı yerleşmiş ve bu kavram herkes için çok önemli bir konuma süredir egemen olan ümmetçilik anlayışının yerini ulusçuluk anlayışı kararlarla birlikte Türk halkının hakları büyük bir sorun olan kapitülasyonlara Millet Meclisi ilk kez büyük ve sert bir tepki kanun Mebusan Meclisi ’nde kabul edilen son kanun devlet anlayışının kabul edilmesi için bu kanun önemli bir etken Kemal ’den daha önce çeşitli sebeplerle alınan askerlik hakları geri iade Misak-ı Milli’nin temelinin, Erzurum ve Sivas kongrelerinde alınan “Milli sınırlar içerisinde vatan parçalanamaz bir bütündür” kararıyla sağlandığını söylesek yanılmış olmayız. Bu kararlar sayesinde Türk vatandaşların aklına milliyetçilik düşüncesi tamamen yerleşmiştir. Bu kararların Wilson Prensipleriyle çelişmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu ulusal yemin de görüşülen konulardan biri de Osmanlı ilk defa Londra Konferansı’nda dünyaya duyurulmuştur. Misak-ı Milli ’ye göre ülkemizin sınırları günümüze uygun bir şekilde çizilmiştir. Değişen şartlar sebebiyle çizilen sınırlardan bazı tavizler verilmiştir; ama genel olarak çizilen şartlar günümüzün sınırlarıyla hemen hemen aynı olarak karşımıza çıkmaktadır. Londra Konferansı’nda duyurulan bu bildiri ile Türkiye Cumhuriyeti ve bağımsızlığı kesin olarak diğer ülkeler tarafından tanınmış ve kabul Milli Hakkında Yardımcı Olabilecek VideolarYardımcı Olabilecek BağlantılarMisak-ı Millî Beyannamesi TTKMisak-ı Milli Masada DW Haber Alıntı hYY adlı kullanıcıdan alıntı KABUL EDİLME SÜRECİ VE MİLLİ MÜCADELEDEKİ ÖNEMİ VE YERİ I. Anayasaların ÖzellikleriHukukçular, dış görünüşleri bakımından, anayasalar ile diğer hukuk kuralları arasında önemli bir fark bulmazlar. Bütün hukuk kuralları gibi, anayasalar da belli konulan düzenleyen normlar içerirler. Ama, anayasaların içindeki o normları yakından incelemeye başlarsanız, diğer hukuk kuralları ile olan fark hemen ortaya çıkar. Anayasa, bir devletin temel yapısını kurar. O temel yapının içindeki kurumların nasıl işleyeceği, geliştirileceği de gene anayasada belirtilir. Başka bir deyişle, diğer hukuk kurallarının hangi ölçülere göre konulacağı, anayasal normların çizdiği çerçeve içinde tespit edilir. Devleti kuran, işleten anayasanın bu çok önemli niteliği dolayısı ile diğer hukuk kurallarından daha başka özelliklere sahip olması kaçınılmaz. Bu özelliklerin en önemlisi, anayasanın kurduğu devletin dayanacağı belli fikirlerin, ideolojilerin topluma böyle olunca, her anayasanın da yaslanacağı belli fikirlerin bulunması çok doğaldır. Hiçbir anayasa da doğrudan doğruya, kendiliğinden belli fikirler ortaya atmaz. Temel yapısı itibariyle daha önce var olan düşünce sistemlerinden, eylemlerin doğurduğu temel fikirlerden esinlenir, yararlanır. Hatta bazen anayasalarda, bu “esinlenme”, “yararlanma” çok daha ileri gider. Bazı düşünce sistemleri, anayasaların benimsediği değerler olarak açıkça metinlerde yer anayasalı demokrasi dönemi XVIII. yüzyılın sonlarında başlamış sayılır. Bu dönemi açan büyük düşünce hareketleri Batıda XVIII. yüzyılın başında yoğunluk kazanmıştı. Demokrasinin ilk mücahitleri ABD’ni kuranlardır. Onların 1776’da yayınladıkları Amerikan Bağımsızlık Bildirisi Virginia Bildirisi, dünyanın ilk yazılı anayasası olan Amerikan Anayasasının temel düşüncesidir. Bu bildiri olmadan Amerikan Anayasası anlaşılamaz. Dünyadaki gerçek demokrasi akımının ilk somut olayı, Fransız inkılâbını yürütenlerin 1789’da hazırlayıp yayınladıkları “insan ve Yurttaş Hakları Bildirisi” ise bugün istisnasız bütün demokratik anayasaların temellerinden biridir. XVIII. yüzyıldan beri olgunlaşan siyasal fikirler, bu bildiriye yansımıştır. Bildiri de başta 1793 Fransız Anayasası olmak üzere bütün demokratik anayasalara esas tutulmuştur. Ulusal egemenlik esasını benimseyen anayasalara, bu arada bizim de 1921 den itibaren bütün anayasalarımıza bu ilke, sözü geçen bildiriden geçmiştir. Bugünkü anayasamızın da özellikle hürriyetlerle ilgili hükümlerinde bildirinin derin izleri görülür. Birkaç örnekAnayasamızın 12. Maddesinin ilk fıkrası“Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir.”Bildirinin 1. Maddesinin ilk cümlesi“İnsanlar özgür ve haklar bakımından eşit doğarlar ve öyle kalırlar.”Anayasamızın 24. Maddesinin birinci; 25. Maddesinin birinci ve ikinci fıkraları“Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.”“Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun, kimse düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebi ile kınanamaz ve suçlanamaz.”Bildirinin 10 ve 11. maddelerinin birinci cümleleri“Hiç kimse, dinsel nitelikte bile olsa, kanılarından ötürü rahatsız edilemez.”“Düşünce ve kamların özgürce açığa vurulması, insanın en değerli haklarından biridir; bundan ötürü her yurttaş serbestçe konuşabilir, yazabilir, düşünebilir..”Anayasamızda, kamu düzeni söz konusu olunca özgürlüklerin kısıtlanabileceği ilkesi de gene bu bildiriden gelir. Bildirinin 4, 10, 11. maddeleri ile tanınan özgürlükler ancak kamu düzeni söz konusu olunca sınırlandırılabilirler. Anyasamızın da hürriyetlerle ilgili maddelerinde aynı hükümler vardır. 2İngilizlerin yazısız anayasasına temel olan ve kişi güvenliğini sağlayan eylemlerin sonucu olarak ilân edilen Magna Carta Libertatum Büyük Hürriyet Fermanı, 1215; Petition of Right Haklar Yasası, 1628; keyfi tutuklamaları önleyen Habeas Carpus Act 1679 gibi çok önemli belgeleri de ihmal etmemek gerektir. Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisinin hazırlığı olan büyük düşünce akımlarının doğmasında bu belgelerin hatırı sayılır ölçüde etkisi anayasa demokratik nitelikte olmayabilir. Ama bu, onun bir düşünce sistemine, bazı değerlere yaslanmadığı anlamına gelmez Marksist düzeni benimseyen anayasaların temelinde 1848 manifestosunun yatması veya din esasına göre kurulan devletlerin anayasalarında o dinin ideolojisinin yer alması ki demokratik anayasalara temel olan bazı evrensel düşünceler ve bu düşüncelerin ifade edildiği metinler var. Ancak şurasını da gözden hiç uzak tutmamak gerekir Anayasalar, düzenledikleri toplumun içinden çıkarlar. Bundan dolayı, onların hazırlanmasında millî ihtiyaçlar, bu ihtiyaçlardan doğan millî düşünceler de çok önemli rol oynarlar. Hatta diyebiliriz ki yukarıda belirttiğimiz evrensel nitelikteki temel düşünceler dahi millî ihtiyaçların ve anlayış biçimlerinin kalıplarına dökülürlerse benimsenebilirler. Öyle ise anayasaların temelinde yatan asıl düşünceler ve ideolojiler millîdirler. 2. Türk Anayasasına Temel Olan Fikirler ve BelgelerCumhuriyet anayasalarının hepsinde, yukarıda belirttiğimiz temel evrensel değerlerin büyük bir bölümü benisenmiştir. Zaten demokrasiye dayalı cumhuriyetlerde başka türlü bir gelişim süreci bugüne kadar bizim bugünkü anayasamızın asıl temelini millî ihtiyaçlardan doğan düşüncelerin yansıdığı belgeler oluşturmaktadır. Bunları iki ana grupta toplayabiliriz Osmanlı döneminden gelen temel düşünceler ve belgeler ile Millî Mücadele sırasında ortaya çıkan ihtiyaçların, varılacak amaçların belirtildiği düşünceler ve can, mal, ırz güvenliğini sağlayan temel haklar, biraz kâğıt üzerinde de kalsa 1839 Tanzimat Fermanı ile toplumumuza aktarılmıştır. Başka bir deyişle, hukuk devletinin en bellibaşlı temellerinden olan bu güvenceler, İngiltere’de ve daha sonra Fransa’da doğan siyasal düşüncelerin etkisi altında Osmanlı Devletine girmiştir. 1856 Islahat Fermanı ile hukuk devletinin bir başka öğesi, kanun karşısında eşitlik ilkesi, gene yukarıda sayılan düşüncelerin yansıması olarak Osmanlı Devletince benimsendi. Bu dönemden bize daha fazla anayasal düşünce geçmedi. Demokrasinin yukarıdaki temel haklarla birlikte en önemli öğelerinden olan siyasal özgürlükler; bunların güvencesi; millî egemenlik ilkesi Osmanlı Devlet yapısına yabancı idiler. Hele, millet olmanın ve ona dayalı bir devlet kurmanın baş şartı olan milliyetçilik ilkesi, çok uluslu bir yapıya sahip Osmanlı Devletinde resmen anayasalarının temelinde yatan asıl düşünceler, Osmanlı Devleti’nin kesin çöküşü sırasında berraklaşma yoluna girmiştir. Millî Mücadele başlamadan önce birkaç vatanseverin zihninde açıkça beliren bu düşünceleri geliştirerek eylem alanına sokan, onları bütün dünyaya ve millete ilân eden ise hepimizin bildiği gibi, Atatürk’tür. O’nun hangi düşünceleri ve bu düşünceleri simgeleyen belgeleri anayasalarımızın ve dolayısı ile devletimizin temelinde yatmaktadır? Bellibaşlılarını sırasıyla saymak gerekirse şu çok önemli belgeler ortaya çıkar Amasya Tamimi; Erzurum ve Sivas Kongrelerinin kararları; Misak-ı Millî… Bu belgeler deyiş yerinde ise, yeni Türk Devletine adeta can, ruh vermişlerdir. Gerçi bu dördünden başka temel belgeler de vardır. TBMM’nin kuruluşundan sonra verdiği ve saltanatın kaldırılmasına kadar uzanan önemli kararlar, Lozan Barış Antlaşması gibi. Bunların sayısını çoğaltmak ve kendi aralarında önemleri bakımından bir sıralama yapmak mümkündür. Ancak bu anayasal belgelerin hepsi için şunu söylemek gerektir Onlardan bu ana belgeler içinde en önemlisi Misak-ı Millî’dir denilebilir. Başka bir deyişle Türk Devletinin kuruluşuna temel olan esas belge Misak-ı Millî’ ki, örneğin Saltanatın kaldırılması kararı veya Lozan Antlaşması da yukarıda değindiğimiz gibi vazgeçilmez ve devletin temeli olan belgelerdir. Ancak Misak-ı Millî olmasaydı ve onun çizdiği çerçeve içinde belirtilen hedefe ulaşılmasaydı, diğer düşünceler ve onları simgeleyen belgeler gerçekleşemezdi. Bu bakımdan şimdi Misak-ı Millî’yi bu makalenin sınırları içinde incelemeye geçebiliriz. 3. Misak-ı Millî’nin NiteliğiDevletin üç temel öğeden oluştuğu bütün hukukçularca kabul edilmiş bir gerçektir. Bu üç öğeden ikisi maddî, biri manevîdir. Maddî olanları insan topluluğu ile ülke, manevî olanı, daha doğrusu gözle görülemeyip de varlığı duyulabilen öğesi ise “egemenlik” veya “devlet gücü” dediğimiz üstün kudrettir. Bu üç öğeden biri olmazsa “devlet” devletin yok olma sürecine girmesi bu üç öğenin aşınması ile başlar; öğelerden biri dahi varlığını yitirirse devlet de ortadan kalkar. Osmanlı İmparatorluğu da tarihteki pek çok benzeri gibi, her üç öğesindeki aşınmalarla yıkılma sürecine girmiştir. Osmanlı tarihinin çökme dönemi gözler önünde canlandırılırsa bu tam anlamıyla belirir. Gerçekten özellikle XIX. yüzyıldan itibaren devletin hem ülkesi hem de insan topluluğu hızla ufalmaya başlamıştır. Egemenlik gücü de üstünlüğünü yitirmiş, devlet bir yarı sömürge durumuna düşmüş; merkezî güç içeride asayişi bile sağlayamaz Devleti ülkesinin nasıl ufalanıp elden çıktığını kısaca hatırlatmakta yarar vardırBir zamanların en güçlü imparatorluklarından olan Osmanlı Devleti XIX. yüzyılda emperyalist siyasetin konusu durumuna gelmişti. XX. yüzyıl başında ise İngiltere ve Rusya, Osmanlı Devleti’nin bölünüp parçalanması üzerinde 1908 yılında Reval’de anlaşmaya varmışlardı, isterseniz her iki devletin bu anlaşma ile neyi amaçladıklarını kısaca görelimİngiltere Ortadoğuda XIX. yüzyıl sonlarında, bir yandan Güney İran’ı bir yandan da Mısır’ı işgal ederek Uzak Doğu’ya ve sömürgesi olan Hindistan’a giden temel yolu, hayat damarını bir ölçüde güvence altına almıştı. Ama bu yola tam anlamıyla egemen olmak için, Osmanlı Devleti’nin elinde bulunan Ürdün, Filistin ve Irak’ı elde etmeliydi, İngiltere’nin amacı buraları ya doğrudan doğruya işgal etmek, bu olamazsa oralarda kendine bağlı ufak devletler kurmaktı. XIX. yüzyıl sonlarında güçlenerek İngiltere’ye rakip bir duruma gelen Almanya’nın Osmanlı Devleti üzerinde sürekli olarak nüfuz kazanması da İngiltere’nin bu siyasetini ise iki yüz elli yıldır sürdürdüğü siyaseti gerçekleştirmek istiyordu Boğazları alıp sıcak denizlere çıkmak. Bunu sağlamak için özellikle XIX. yüzyılda önemli adımlar atmıştı Balkanları içten çökertip parçalatmış ve onların Türk olan bölgelerini de Osmanlı Devleti’nden kopartmıştı. 1878’de ise Doğu Anadolu’nun bir bölümüne büyük rakibi Almanya’ya iyice yaklaşan Osmanlı Devleti’nin tam olarak parçalanmasını sağlamak için artık Rusya’yı doğal yardımcısı olarak görüyordu. 1908 Antlaşması ile İngiltere, gelecekte Ruslara İstanbul ve Boğazları bırakıyor, buna karşılık Ortadoğu’da tam bir hareket serbestliği kazanıyordu. 3İngiltere ile Almanya arasındaki dünya çapında rekabetin bir dengeye dönüşememesi üzerine, 1914 yılı Haziranında Birinci Dünya Savaşı çıktı. Bu savaşa Almanya’nın yanında, onunla sıkı ilişkileri bulunan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Savaşın zahiri sebebi bu devlet ile Rusya arasındaki çekişmedir. Ama bu kıvılcım hazır duran dinamiti patlatmıştır, İngiltere’nin yanında ise Fransa ile Rusya katılmıştı. Aynı yılın Kasım ayında yanlış hesaplar ve uzağı görememe sonucu Osmanlı Devleti de Almanya’nın yanında savaşa katıldı Oysa Almanya Osmanlı ülkesini yarı sömürge yapmak istiyordu. İttifak veya Bağlaşma Grubu dediğimiz bu Blok’a sonradan Bulgaristan da girdi. İtilâf veya Anlaşma Grubu dediğimiz karşı Blok’a ise başta İtalya ile Japonya olmak üzere pek çok devlet katılmıştır.Osmanlı Devletinin savaşa girmesi, Rusya ile İngiltere’nin yanında Fransa ve İtalya’nın da bu imparatorluktan ileride pay almasını gerektiriyordu. Dostlarının yardımını sağlayabilmek için İngiltere ve Rusya yeni ortaklarını bağırlarına basmak zorunda kalmışlardır. Kaldı ki Fransa ile İtalya’nın da Doğu Akdeniz’de çıkarları ve 1916 yıllarında yapılan bir dizi anlaşmalarla paylaştırma şu son biçimini almıştır4 Buna göre hemen hemen bütün Marmara bölgesi Ruslara; Oniki Ada ve Antalya bölgesi İtalyanlara; Adana-Maraş çizgisinin güneyi ile Suriye, Lübnan, Kuzey Irak’ın batısı Fransızlara; Filistin, Ürdün, Güney Irak, Kuzey Irak’ın doğusu İngilizlere rejim değişikliği Bolşevik İhtilâli olunca yeni kurulan devlet, Almanlar ve bağlaşıklarıyla barış yaparak savaştan çekildi. Rusya, Osmanlı Devleti üzerindeki paylarından da üzerine İtilâf Devletleri, İstanbul ve Boğazlar üzerindeki Rus payım ortaklaşa olarak kendilerine geçirmeyi, Doğu Anadolu’daki Rus payını ise Ermenilere vermeyi kararlaştırdılar. İngiltere, ayrıca Rusya’daki yeni rejimden emin olmadığı için Doğu Anadolu’nun güneyinde de kendi nüfuzunu geliştirmeyi gibi Almanya ve bağlaşıklarının yenilmesi ile savaş bitti. Osmanlı Devleti’nin 30 Ekim 1918’de imzaladığı Mondros Silâh Bırakışma Anlaşması paylaşmanın artık başladığını gösteren veya ateşkes anlaşmaları geçici niteliktedirler. Savaşı yenen ve yenik bitirenlerin barış yapılıncaya kadar silâhları bırakmaları demek olan anlaşmalarla, yenen taraflar elbette bazı tedbirler alabilirler; ama sınırların yeniden çizilmesi ve diğer hükümler -eğer uyuşma olursa-barış antlaşması ile Devletleri ve onların lideri İngiltere ise böyle bir hukuk görüşü ile hareket etmek gereğini duymamışlardır. Bırakışma metnine konuları 7. madde hükmüne dayanarak, paylaşma anlaşmalarını hemen uygulama yoluna koydular. Özellikle İngiltere bu acı işin kışkırtıcılığını yapıyordu. İngiliz hükümetine göre, Türkiye yıkılıp parçalanmalıydı. “İmparatorluğun geleceği Türkiye konusunda varılacak çözüme bağlıdır.”5 İngiliz Başbakanı’nın bu sözünü şöyle anlayabiliriz. “İngiliz İmparatorluğunun geleceği Türkiye’nin parçalanması ile yakından ilgilidir.”1919 yılının yaz aylarında, Yunanlılar, İtilâf Devletleri adına, Batı Ege Bölgemizi işgal işini neredeyse tamamlamak üzereydiler. Adana, Maraş, Antep, Urfa ve çevreleri Fransızlarca işgal ediliyordu. Ermeniler, Güney Kafkasya’dan çıkıp Doğu Anadolu’ya girmeye başlamışlardı. İngilizler Kuzey Irak’ı işgal etmişler, Antalya ve çevresi İtalyanlarca ele geçirilmişti. Boğazlara, İstanbul’a, Marmara Denizi’ne İtilâf Devletlerince ortaklaşa el konulmuştu. Doğu Trakya’yı ise Yunanlılara verme hazırlıkları başlamıştı. Bu acı durumu, Atatürk Büyük Nutkunun başında ne açık ve gerçekçi biçimde anlatır. Hepimizin bildiği o bölümün Osmanlı ülkesiyle ilgili olan yerlerini bir kez daha hatırlamakta büyük yarar vardır“İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul’da; Adana ili Fransızlar; Urfa, Maraş, Ayıntap Gaziantep İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya’da İtalyan askerî birlikleri, Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor… 15 Mayıs 1919’da İtilâf Devletlerinin uygun bulmasıyla Yunan ordusu da İzmir’e çıkıyor.” “… içinde bulunduğumuz o tarihte Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tamamlanmıştı. Ortada bir avuç Türkün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son sorun bunun da bölünmesini sağlamaya çalışmaktan ibaretti.” Yani, devletin en önemli üç öğesinden biri de elden çıkıyordu. Mustafa Kemal Paşa yok olmaktan, ata yurdunu, yani ülkeyi parçalanmaktan kurtarmak için şöyle diyordu “Ya istiklâl ya ölüm.”Evet, Türk’ün bin yıllık ata yurdunu kurtarmak veya yok olmak. İkisinin arası bir çözüm düşünülemezdi. Başka bir deyişle, yeni bir devlet kurulup millî kurtuluş hareketimizin tarihini, destanını anlatacak değiliz. Akıllara sığmayan, milletimizin büyük fedakârlıkları ve büyük dâhi Atatürk’ün bu fedakârlıkları birleştirip amaca ulaştırması ile kazanılan o görkemli mücadeleyi hepimiz Atatürk’ün çok üstün bir önderlik gücü ile başlattığı ölüm-dirim mücadelesinin, kurulacak devletin ülkesi bakımından hangi amaca yöneldiğini görmek bu konuda ilkönce “nerenin kurtulacağı” konusunda düşünmüştür. Hedef, Türk vatanının kurtulmasıdır. Türk vatanı neresidir? Bunu, Atatürk ve yakın arkadaşları Türklerin oturduğu, yerleştiği yerlerdir, diyerek nitelemişlerdir. Bu toprak parçasının kesin sınırları çizilecek, o sınırlara erişilinceye kadar ölüm-dirim savaşı hedefin kesinlikle belirlenmesi ve yasal bir duruma getirilmesi için her Türk tarafından benimsenmesi gerekirdi. îşte Atatürk bu millî inanca bütün milleti bağlayacak bir dizi çalışmalara girişti. Bunlar özetle şu çalışmalardıra. İşgallere engel olamayan İstanbul Hükümetine bağlılıktan milleti uzaklaştırarak onu kendi egemenliğine sahip kılacak çalışmalar yapmak. Millî bilince ulaşılınca, yukarıdaki inanç yaygınlaşacaktır. Millî bilinç ise milletin kendi kaderine egemen olması ile sağlanırdı. Amasya Tamimi bu konudaki ilk büyük adımdır 21-22 Haziran 1919.b. Amasya Tamiminde öngörülen ilk hedefleri gerçekleştirmek. Milleti temsil eden kongreler yolu ile millî inanca, kurtuluş davasına herkesi inandırmak. Erzurum Kongresi bu konuda ilk adımdır 23 Temmuz-7 Ağustos 1919. Doğu illerimizin temsilcilerinden oluşan Erzurum Kongresinde “Türk vatanının bölünmez bir bütün olduğu, Doğunun da bütünün bir parçası bulunduğu” kabul edilmiştir. Millî birlik inancının ilk kez Doğuda şahlanışı dikkate değer. Erzurum Kongresi sona erdiği gün Mustafa Kemal Paşa, orada bulunan İngiliz Albayı Rawlinson’a Türk vatanının bölünmezliği konusunda millî bir anttan yani bir Misak-ı Millî hazırlığından söz etmiştir. 6ç. Erzurum Kongresinin ışığı altında Batı Anadolu’da da bazı birleştirici hareketlere girişilmiştir. Sonunda Amasya Tamimindeki ikinci hedef de gerçekleşmiş, vatanın mümkün olabileceği ölçüde çok yerinden gelen temsilcilerle Sivas Kongresi toplanmıştır 4-12 Eylül 1919. Tam anlamıyla millî bir kongredir Sivas’taki toplantı. Millî Mücadeleyi yürütecek dernekler birleştirilmiş ve Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurulmuştur. Kongre sonunda alınan karar, Misak-ı Millî’nin ilk metni sayılabilir. Bütün kongre üyelerinin kabul ettiği karara göre “30 Ekim 1918 günü imzalanan Bırakışma sırasındaki sınırlarımız vatanımızı çizer. Bu sınır içinde kalan vatan hiçbir biçimde ayrılmaz bir bütündür. Bu vatanda yaşayanlar birbirlerinin öz kardeşleridir.” Sivas Kongresi, bu ana esasın ve diğer kararların Osmanlı Parlamentosunca kabul edilmesinin sağlanmasını da istemiştir. Bunun sebebi şudurBaşladığı günden itibaren millî kurtuluş hareketine Osmanlı Hükümeti karşıdır. Bu hareketin, işgalci güçleri “azdıracağı” sanılmaktadır. Millî hareketin boğulması için elden gelen yapılmaktadır. Bunun önlenmesi Mustafa Kemal Paşa’nın millete aşılamaya başladığı inanç, onun karşısında olanların düşüncelerine ve eylemlerine üstün Kongresi toplandığı sırada “devlet” olarak henüz Osmanlı Devleti yaşıyordu ve ondan başkası da yoktu. Şimdi bu devletin parlamentosu Sivas Kongresi kararlarını onaylarsa artık itilâf Devletlerine Osmanlı Devleti de karşı çıkacak demekti. Mustafa Kemal Paşa, o eşsiz önsezisi ile, parlamentosundan böyle bir kararın çıkacağı devletin varlığına İtilâf Devletlerince kesinlikle son verileceğini kavramıştı. O zaman da millî egemenliğe dayanan yeni bir devletin kurulması haklı uygulamaya konuldu. Türk Milletinin düşüncesini ve isteğini temsil eden Sivas Kongresine karşı Osmanlı Hükümeti direnemedi. Millî Mücadeleye karşı olan Sadrazam Damat Ferit istifa etti 30 Eylül 1919. Ali Rıza Paşa kabinesi kuruldu 1 Ekim 1919. Bu hükümet, zorla da olsa Sivas Kongresi kararlarını yürütmekle görevli olan Heyet-i Temsiliye ile anlaşmak yolunu tuttu. Yapılan anlaşmaya göre Meclis-i Mebusan, yani Osmanlı Parlamentosu’nun en yetkili kanadı, toplanıp Sivas kararlarını görüşecekti. Şurasını hatırlatırız ki 21 Aralık 1918’de Meclis-i Mebusan dağıtılmıştı.Bir yandan Meclis-i Mebusan seçimleri yapılırken, bir yandan da Heyet-i Temsiliye, kendi adaylarının yani Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adaylarının kazanmakta olduğunu gördüğünden Meclis-i Mebusan’da tutulacak hareket tarzını görüşmektedir. 27 Aralık’ta Ankara’ya gelen ve orayı Heyet-i Temsiliye’nin merkezi seçen Mustafa Kemal Paşa, ertesi gün yaptığı uzun bir konuşmada Türk vatanının sınırlarını saptamış ve bu sınırların çizdiği vatandan hiçbir fedakârlık yapılmayacağını belirtmiştir. O günlerde Mustafa Kemal Paşa Misak-ı Millî’nin metnini hazırlamaktadır. Hazırladığı taslağı İstanbul’a gitmek için Ankara’ya gelen milletvekillerine göstermektedir. Metin son biçimini alınca Heyet-i Temsiliye sözcüsü Hüsrev Bey ile İstanbul’a Mebusan 12 Ocak 1920 günü açıldı. Atatürk’ün Büyük Nutkunda anlattığı gibi, milletvekilleri arasında huzursuzluk ve tutarsızlık vardı. Ankara toplantılarında alınan bazı ilke kararlarına tam anlamıyla uyulmadı. Ancak sıra Atatürkçe hazırlanan Misak-ı Millî’ye gelince Meclis’te bir toparlanma gözüktü. Komisyondaki görüşmelerden sonra Meclis-i Mebusan 28 Ocak 1920 günü yaptığı gizli bir toplantıda alkışlarla “Ahd-ı Millî” adıyla ve bir bildiri biçimiyle “Misak-ı Millî’yi” kabul etti. 17 Şubat günü de bu millî bildirinin yabancı parlamentolara ve basına duyurulması kararı verildi. 8Atatürk’ün de Nutkunda memnuniyetle belirttiği gibi, kabul edilen bu bildiri esas olarak O’nun hazırladığı metindir. Üzerinde çok az değişiklik metnini şöylece özetleyebiliriz“Osmanlı Meclis-i Mebusanı üyeleri barışa kavuşmak için şu koşulları ileri sürerler Birinci Dünya Savaşı bitişinde imzalanan Bırakışma Anlaşmasının çizdiği sınırlar içinde “din, ırk ve asılca” yani Türkler birlik oluşturan vatandaşların oturduğu yerler hiçbir biçimde yurttan kopartıla-maz. Osmanlı Saltanatının ve Halifeliğin merkezi İstanbul’un güvenlik içinde bulunması koşulu ile Boğazlar açılabilir. Daha önce bizden ayrılan Batı Trakya’da, Ateşkes sınırları dışında tutulmak istenen Kars, Ardahan ve Batum’da halkoyuna başvurulması gerektir. Osmanlı Devletindeki Arapların çoğunlukta olduğu yerlerde de halkoyuna başvurulmalıdır… Bağımsızlığımızı sınırlayacak siyasal, ekonomik hiçbir antlaşma kabul edilemez. Bu koşullar kabul edilmezse barış yapmak imkânsızdır.”Anlaşıldığına göre Osmanlı Parlamentosu “ant” veya “yemin” biçiminde Türk Vatanının sınırlarını kesin olarak Millî’nin hukuksal niteliği nedir? Bu metin bir parlamento kararıdır. 1876 Osmanlı Anayasasına göre parlamento iki kanatlı idi. Millet temsilcilerinin oluşturduğu Meclis-i Mebusan ve üyelerini padişahın seçtiği Heyet-i Ayan. Anayasanın 1909 değişikliğine göre Meclis-i Mebusan’ın yetkileri daha fazladır. Misak-ı Millî de parlamentonun yetkili kanadının aldığı bir kararla vatan sınırlarının belirtilmesidir. Gerek Osmanlı Anayasası, gerek Meclis-i Mebusan iç tüzüğüne göre böyle bir karar alınabilir. Ancak tartışmalı olan, egemenlik hakkına sahip padişahın bu kararı onaylamamasının, onu geçerli yapıp yapmadığıdır. Fakat bu tartışmanın bir değeri yoktur. Zira kısa bir süre sonra bu karar, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından da benimsenecektir. Öte yandan bu karar millet temsilcilerinin, dolayısıyla milletin isteğini belirttiğinden, Anayasa hukuku bakımından son derece önemlidir ve geçerlidir. 4. Misak-ı Millî’ye Karşı Tepkilerİstanbul’u yarı işgal altında tutan İtilâf Devletleri, parçalamak istedikleri milletin temsilcilerinin karşı çıkmalarına büyük bir tepki gösterdiler. Bu çatlak sesler kesilmeliydi. 16 Mart 1920’de İstanbul resmen işgal edildi. Meclis-i Mebusan basıldı, ileri gelen milletvekilleri ve başka aydınlar yakalanıp Malta’ya sürüldüler. 18 Martta Meclis-i Mebusan son toplantısını yaparak çalışmalarına ara verdi; 11 Nisanda da padişahça feshedildi. Ali Rıza Paşa ve Salih Paşa’dan sonra Damat Ferit tekrar sadrazam yapıldı. Ankara’ya karşı hainlik ve soysuzluk cephesi gene kuruldu. Bunlar hep olumsuz Millî’nin ilânı üzerine Osmanlı Parlamentosunun işgalci güçlerce basılması, Başkentin tam anlamıyla itilâf Devletlerinin eline geçmesi, olumlu tepkiler de doğurmuştur. Bunlardan ilki Mustafa Kemal Paşa’nın, millet temsilcilerinin bu kez Ankara’da yeniden toplanmasına haklı bir gerekçe bulmasıdır. İkincisi ise Misak-ı Millî’nin geniş çevrelerce daha iyi anlaşılması ve Kemal Paşa, İstanbul’un işgali üzerine hemen yayınladığı bir bildiri ile millî kurtuluşu yönetecek, millete dayalı yeni ve olağanüstü yetkilere sahip bir meclisi, yani TBMM’ni açarak bugünkü devletimizi kuruyordu. 23 Nisan 1920 böylece millî egemenlik ilkesinin de Türkiye’ye girmesi tarihidir. 5. Misak-ı Millî’deki Hedeflerin GerçekleşmesiMisak-ı Millî gerçi bir Osmanlı Parlamentosu kararı idi ama onu hazırlayanlar milletten aldıkları yetki ile bunu yapmışlardı. Misak-ı Millî kutsal bir ant olarak TBMM’nin de hedefi idi. Böylece 18 Temmuz 1920 tarihinde, Yunanlıların Bursa’yı işgal edip büyük bir hızla ilerledikleri bir sırada TBMM, gizli bir oturumunda Misak-ı Millî’ye ant içti. O artık yeni Türk Devleti’nin ülkesini belirleyen, gerçekleşmesi için sonuna değin çalışılacak millî bir ülkü, hedef olmuştu. Başka bir deyişle bu karar, Misak-ı Millî’nin Osmanlı hukuku açısından tartışmalı olan varlığını tam anlamı ile yasallaştırmış, millî devletin temeli Millî böylece TBMM’nin yürüttüğü ulusal mücadelenin çerçevesini de çizmiştir, istek, Misak-ı Millî’de ne azı ne de fazlasıdır. Özellikle 1920 yılının sonlarına doğru Misak-ı Millî’nin gerçekleştirilmesi için somut sonuçlar alınmaya başlandı. 1919 ve 1920 yıllarında Kafkasya’daki Ermenistan Cumhuriyeti’nin Doğu Anadolu’ya doğru yayılmakta olduğunu biliyoruz. Doğu Anadolu’nun yiğit halkı, oradaki TBMM ordusuyla tam bir işbirliği içine girince Ermenilere çekilmek düştü. Sonunda Ermenilerle 2 Aralık 1920’de yapılan Gümrü Barışı ile Doğu Anadolu’da, Misak-ı Millî büyük ölçüde Millî’nin yalnız iç hukuk bakımından değil, asıl devletlerarası hukuk açısından büyük olan önemi de böylece 1920 yılı sonlarına doğru anlaşılmaya başlanıyordu. Özellikle Birinci İnönü Muharebesinin kazanılmasından sonra bu önem iyice su yüzüne çıkmıştır. Birinci İnönü Zaferinden sonra Londra Konferansına katılmak üzere yola çıkma hazırlıklarına başlayan TBMM Başdelegesi Bekir Sami Bey’e, Mustafa Kemal Paşa “Ekselansınıza ve başkanlığınızdaki kurula verilen yetkiler Misak-ı Millînin saptadığı sınırları aşamaz” 9 diyordu. Konferanstaki İtilâf Devletleri temsilcilerinin henüz Misak-ı Millî’yi pek ciddiye almadıkları sırada, başdelegeye verilen bu talimat önemlidir. Temsilcilerimiz Misak-ı Millî’nin hem ülke bütünlüğü hem de siyasal haklarımızla ilgili ilkelerinden hiçbir ödün vermeyeceklerdi. Gerçekten de Konferansın başarısızca bitmesinden sonra, Türk Baştemsilcisinin Fransızlar, İtalyanlar ve İngilizlerle imzaladığı üç anlaşma 11, 12, 17 Mart 1921 Misak-ı Millî’ye uymadıkları için TBMM tarafından karşılık 16 Mart 1991’de imzalanan Moskova Antlaşması ile Sovyetler şunu kabul etmişlerdir “Türkiye sözü ile 28 Ocak 1920 günü İstanbul’da toplanan Meclis-i Mebusan tarafından düzenlenip bütün devletlere ve basına bildirilen Misak-ı Millî’nin kapsadığı topraklar anlaşılmaktadır Madde 2.” Böylece Misak-ı Millî, uluslararası bir antlaşma metnine somut olarak Zaferinden sonra İngilizlerin de Misak-ı Millî ile yakından ilgilenmeye başladıkları görülür. Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Misak-ı Millî’yi inceletmiş, İngilizce’ye çevirerek hükümete bir muhtıra ile birlikte 7 Ekim 1921 tarihini taşıyan bu muhtıradan birkaç gün sonra, 13 Ekim’de Türkiye ile Ermenistan, Azerbeycan ve Gürcistan arasında imzalanan antlaşmanın 2. maddesinde, Moskova Antlaşmasının aynı numaralı maddesinde belirtilen hüküm tekrarlanmıştır. Asıl ilginci, İtilâf Devlerinden olan Fransa’nın, Güneydoğu Anadolu halkının kahramanca direnmesi ve Sakarya Zaferinin kazanılması üzerine, aynı Ekim ayının 20. günü bizimle imzaladığı Ankara Antlaşmasının 6 maddesinde Misak-ı Millî’yi tanıdığını belirtir bir ifadede taarruza hazırlanıldığı sırada da Misak-ı Millî ana hedeftir. Mustafa Kemal Paşa 11 Ocak 1922’de “Türk barış şartları Misak-ı Millî’nin ilân günü olan 28 Ocak 1920 tarihinden beri bütün cihana malûmdur” ıx diyordu. Bu hedef,her yandan parçalanmış vatanın kesinlikle kurtarıldığı tarihten sonra da kurtarıldıktan sonra Mustafa Kemal Paşa, ünlü Fransız Generali Pelle ile konuşurken “Misak-ı Millî’de anılan yerleri almadan yapamam, fazlasını işgal etmeyeceğim…” 12 ifadesi ile hedefi bir kez daha gösteriyordu. Lozan görüşmeleri başlarken İsmet Paşa “Misak-ı Millî… bizim hareket tarzımızın esasını teşkil eder” 13 diyordu. Mustafa Kemal Paşa da bu konuda kesin ve bağlayıcı konuşmalar yapıyordu. Bunlara bir örnek olarak 13 Temmuz 1923 günü Amerikalı gazeteci Isaac F. Marcosson’la yaptığı görüşmede söylediklerini gösterebiliriz “… Birleşik Devletlerin ideali, bizim de idealimizdir. Büyük Millet Meclisi’nin 1920 Ocağında ilân ettiği Millî Misakımız sizin Bağımsızlık Beyannamenize çok benzer. O sadece, Türk ülkesinin istilâdan kurtulmasını ve kendi kaderine hâkim olmasını ister. … O, halkımızın Misakı, anayasasıdır ve her ne pahasına olursa olsun bu misakı korumaya kararlıyız.” 14 Lozan Barışının imzalanmasından kısa bir süre önce söylenilen bu sözlerde, Misak-ı Millî’nin ABD Anayasasının temel belgesi olan Virginia Bildirisine benzetilmesi ve onun “Milletin Anayasası” olarak belirlenmesi ilginçtir. Bu konuya biraz aşağıda tekrar gidilirken Misak-ı Millî büyük ölçüde gerçekleşmiştir Doğu Trakya, Mudanya Bırakışması sonunda TBMM’ne teslim edilmiştir. Suriye sınırı, Hatay dışında, Ankara Antlaşmasıyla; Doğu sınırı ise Sovyetler ve Ermenilerle yapılan anlaşmalar ile çizilmişti. Bundan dolayı Türk temsilcileri Lozan’a giderken Misak-ı Millî’yi tamamlamak için Batı Trakya, Hatay, Musul ve Kerkük sorunları üzerinde hazırlanıyorlardı. Bilindiği gibi bütün diplomatik mücadeleye rağmen Batı Trakya tekrar kazanılamadı. Zira Osmanlı Devleti orayı Balkan Savaşı sonunda imzaladığı anlaşmalarla resmen elden ise Lozan’da sınırlar dışında kaldı. Fransızlarla yapılan Ankara Anlaşması ve Kerkük ise petrolü yüzünden İngilizlerce bırakılmıyordu. Lozan’da varılan anlaşmaya göre, Türkiye ile İngiltere dokuz ay içinde Irak sınırını gibi Hatay, dâhice ve barışçı bir siyasetle, 1939’da vatanına Trakya sorunu, belirttiğimiz hukuksal engel yüzünden Millî sınırları içinde bulunan Musul ve Kerkük üzerinde İngiltere ile anlaşılamadı. Milletler Cemiyeti de sorunu İngiltere lehine çözdü. Bunun üzerine Musul ve Kerkük’ü Anavatan’a katmak için askerî bir hazırlığa başlandığı sırada İngilizler Şeyh Sait ayaklanmasını çıkarttılar. Bu ayaklanma İngilizlerin petrolü bize bırakmamak için oynadıkları bir oyundur. 1925 İlkbaharında bu ayaklanma ile İngilizler, Türk ordusunu yıpratmak, ayaklanma başarılı olursa orada kendilerinin oyuncağı bir kukla devlet kurmak amacını iki amaç da gerçekleşemedi. Ama Türkiye’nin büyük bir inkılâp hamlesi içinde bulunduğu için güvenliğe ihtiyacı vardı. 5 Haziran 1926’da Türkiye, İngiltere ve Irak arasında imzalanan antlaşma ile çekişme bitti. Şurasını da belirtmekte yarar vardır Misak-ı Millî bağımsızlığı kısıtlayan hiçbir hükmü kabul etmiyordu. Kapitülasyanlar gibi. Lozan’da bunun da sağlandığını unutmayalım. Bu bakımdan Misak-ı Millî Lozan’da çok büyük ölçüde gerçekleşmiştir. 6. Misak-ı Millî ve beri söylediklerimize göre, Misak-ı Millî Türkiye Cumhuriyeti tarihi için iki bakımdan son derece önemli bir belgedir Ülkemizin sınırlarını çizmektedir ve bağımsızlığımızla bağdaşmayacak ödünlerde bulunulmasını engellemektedir. Acaba bu iki önemli temel bugünkü devletimiz açısından ne derece geçerlidir?Bu soruyu cevaplamak için Atatürk’e bir kez daha dönmemiz gerektir Zaferin kazanılmasından ve Lozan görüşmelerinin başlamasından sonra, 1 Mart 1923 günü TBMM’nin dördüncü toplantı yılını açarken Gazi Mustafa Kemal Paşa, erişilen verimli sonuçları iki önemli, yol gösterici ilkenin yarattığı kavramlara bağlamaktadır Bunların birincisi “Misak-ı Millî”, ikincisi ise “egemenliği kayıtsız şartsız milletin elinde tutan Anayasamızdır.” 15 Bu dikkate değer ifade, Misak-ı Millî’yi Anayasa’ya eşdeğer bir düzeyde tutmaktadır. Hatta o, belki Anayasa’dan da üstündür. Ama şurası son derece açık ve doğaldır ki Misak-ı Millî, son sözüne ve kararlarına büyük bir ciddilikle sahip çıkan Türk Devleti’nin daha sonra yaptığı antlaşmalarla sınırlıdır. Başka bir deyişle, “Yurtta barış, cihanda barış” ilkesine içtenlikle bağlı Türkiye Cumhuriyeti, Misak-ı Millî’yi 1938 yılına kadar gerçekleşen anlaşmaların sınırı içinde ülke birliğinin temeli Amerikalı gazeteciye verdiği demeçte Atatürk’ün, Misak-ı Millî’yi doğrudan doğruya “Türk Milletinin Anayasası” olarak belirttiğini kaydetmiştik. Öyle ise, asıl anayasa Misak-ı Millî’nin altına düşmektedir. Atatürk Misak-ı Millî’yi Virginia Bildirisine benzeterek, onu Anayasaya can veren temel belge yerine Anayasamız başlangıcında “Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda” hazırlandığını belirtmiştir. Ayrıca gene başlangıçta “Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında hiçbir düşünce ve mülahazaya yer olmadığı” da açıklanmaktadır. Ulusal Egemenliği baş ilke kabul eden Atatürk, bu ilkenin içinde yer aldığı Anayasayı Misak-ı Millî’ye bağlarsa, aynı ilkeyi kabul eden bugünkü anayasamız da Misak-ı Millî’ye bağlanmaktadır. Zira Atatürk, “ilkelerine” can veren bir temel gibi görmüştür Misak-ı Millî’yi. Böylece Atatürk ilkelerine göre yapılmış Anayasamızın da Misak-ı Millîye dayanması en basit hukuk kuralı Millî’yi Anayasamızın dayanaklarından biri saydığımıza göre, bunun sonucu ne olacaktır?Anayasalar ya devlet kurarlar veya kurulu bir devletin yapısını değiştirirler. Anayasalarda devletin temelleri gösterilir; yapısı kurulur. Devletin üç öğesinden biri “ülke”dir. Öyle ise bir anayasanın, kurduğu devletin ülkesi üzerinde de hükümler koyması gerekir. Fakat hemen belirtilmeli ki hiçbir anayasa ülkenin sınırlarını ayrıntılı biçimde belirlemez. Anayasamız da böyle bir ayrıntıya girmemiştir. Fakat çeşitli hükümlerinde “ülke” den söz etmiştir. Başlangıçta “… Türk varlığının devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının” ibaresinden sonra ülke kavramı şuralarda geçmektedirMadde 3 “Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür…”Madde 4 Bu maddede başka temel hükümlerle birlikte 3. Maddenin de değiştirilemeyeceği ve değiştirilmesinin teklif de edilemeyeceği 13 Temel hak ve hürriyetler “… Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün…” korunması amacı ile de 14 “Anayasada” yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak… amacı ile de 24 “14. Madde hükümlerine -yani yukarıdaki hükme- aykırı olmamak şartıyla ibadet, dinî âyin ve törenler serbesttir.”Madde 27 “Yayma hakkı Anayasamızın … 3. maddeleri hükümlerinin değiştirilmesini sağlamak amacı ile kullanılamaz.”Madde 28 “Basın hürriyetlerinin sınırlanmasında, Anayasanın … 27. maddeleri hükümleri uygulanır.”“Devletin … ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü tehdit eden… nitelikte olan” yazıları yazanlar, basanlar … sorumludurlar.“… Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün … korunması bakımından …” yayınlar toplattırılabilir.“… Süreli yayınlar, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne … aykırı yayımlardan mahkûm olma halinde …” 30 “… basımevi ve eklentileri Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü … hali hariç … zapt ve müsadere edilemez.”Madde 31 13. Maddedeki genel sınırlama dışında, basın dışı kitle haberleşme araçlarından yararlanılmasının engellenemeyeceğini 33 Derneklerin 13. Maddedeki genel sınırlamalara aykırı hareket edemeyecekleri hükme bağlanmaktadır. Gene aynı maddede “Dernekler … Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün korunması” söz konusu olduğu zaman faaliyetten alıkonulacağı 58 Gençliğin korunmasından söz edilirken bu işin “… Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü” ortadan kaldırmayı amaç edinen görüşlere karşı yapılacağı 68 Siyasî partilerin tüzük ve programları “… Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı olamayacağı” 69 Siyasî partilerin 14. Maddedeki sınırlamaların dışına çıkamayacakları hükme bağlanmaktadır. Ayrıca siyasî partiler “ülke bütünlüğü aleyhindeki” yurt dışı çalışmalara 81 Milletvekilleri ant içerken “vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğüne” bağlı kalacaklarını da 83 “Seçimden önce soruşturulmasına başlanılmış olmak kaydı ile … 14. Maddedeki” suçları işlediği iddia edilen milletvekillerinin dokunulmazlık dışı tutulduğu 87 TBMM, 14. Maddeye göre hüküm giyenleri 103 Cumhurbaşkanı ant içerken 81. Maddedeki ibareleri de 118 Milli Güvenlik Kurulu’nun görevleri arasında “… ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliğini” korumak yolunda tedbirler almak da 122 Sıkıyönetim ilânı sebepleri arasında “… ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten veya dıştan tehlikeye düşürecek şiddet hareketlerinin” ortaya çıkması da 130 Üniversitelerin bilimsel özgürlüğünden bahsedilirken, bu yetkinin “…ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği aleyhinde” kullanılamayacağı hükme 133 Radyo ve Televizyonun “ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğünü …” koruyacak yayınlar yapmasını 135 Meslek kuruluşlarının organları “… ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğünü tehdit edici” faaliyetlerde bulunurlarsa görevden 143 Devlet Güvenlik Mahkemelerinin “Devletin ülkesini ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü …” de tehlikeye düşüren suçlarla uğraşacaklarını “millet” öğesiyle birlikte zikredilen ve bir bölünmez bütün olarak korunan Türkiye Ülkesi, Anayasamızda görüldüğü gibi pek çok yerde geçmektedir. İşte şimdi asıl sorun, bu ülkenin “neresi” olduğunu tespittir. Misak-ı Millî, yukarıdaki gerekçe ile Anayasamıza can veren temel belge kabul edildiğine göre ülkemiz, Misak-ı Millî’nin çizdiği sınırlardır. Bu açık bir gerçektir. Böylece Misak-ı Millî, somut olarak görülmese bile Anayasanın Millî, özellikle Türk ülkesini kesin olarak saptamak bakımından hem hukuk hem siyaset açısından geçerliliğini ilk gündeki gibi korumaktadır. Misak-ı Millî’nin siyasal hükümleri için de aynı görüşü ileri sürmek mümkündür. Ancak bu siyasal hükümler Anayasamızda çoğu kez tekrarlandığından Misak-ı Millî’nin ülke konusundaki hükmü çok daha önemlidir. Zira Anayasamız, yukarıda belirtildiği gibi, ülkenin sınırlarını saptamayı Misak-ı Millîye Millî, ilkönce ülkemizin bütünlüğü, sonra da millî birliğimizi ve tam bağımsızlığımızı kurma ve koruma yolunda temel anayasa belgesidir. Bu belgedeki hedefleri gerçekleştirmek uğrunda Türk Milletinin ne kadar kan akıttığı, ne büyük zorluklarla boğuştuğu, parçalanmayı nasıl önlediği tarihe geçmiş büyük Milleti Atatürk’ün şu sözünü benimsemiştir “Misak-ı Millî, vatanın dış düşman karşısındaki durumunu ve yerini tespit eden kutsal bir kuraldır.” 16Türk Milleti, XIX. yüzyıl başlarında beliren, 1919’da doruğuna çıkan bunalım ve felâketlerin içine tekrar düşmek istememektedir. Bunu isteyenler yalnız tarihten ders almayanlar ve Türk olmanın bilincine varamayanlardır. Dünyanın en insancıl milliyetçilik görüşünü ortaya koyan ve onu gerçekleştiren Atatürk, “bu topraklarda yaşayan herkes Türktür” der. Gene O, Ulusal Kurtuluş Savaşma katılıp da Misak-ı Millî’yi gerçekleştirenleri haklı olarak aynı ülkü potası içinde erimiş Millî’nin bozulmasını isteyenler, bir zamanlar yaptıkları gibi vatanı bölmek isteyenler, bütün Türkleri yani bu vatanda yaşayan herkesi karşılarında bulacaklardır. Tarih bunu en açık ve seçik biçimde kanıtlıyor. Tarihe inanmayanlar, gerçekleri inkâr edenlerdir. Misak-ı Millî ise gerçeklere, akla, millî ihtiyaçlara en uygun bir bütünlük ve birlik simgesidir. Ona uymak, tarihin ve aklın buyruklarına da uymak demektir. 1 Bu konular hakkında toplu bilgi için bk Tarık Zafer Tunaya, Siyasal Kurumlar ve Anayasa Hukuku 4. Bası, İstanbul 1980, s. 109 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisinin Türkçe metni için bk Coşkun Üçok, Siyasal Tarih 1789-1960, 3. Bası, Ankara 1980, s. Bu konularda toplu bilgi için bk Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri 1919-1926, Ankara 1978, s. 23 4-10 Nisan 1915’te İngiltere-Fransa-Rusya arasındaki anlaşmalar; 26 Nisan 1915’te İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya arasındaki anlaşma Londra Anlaşması; 21 Ekim 1915’te İngiltere ile Fransa arasında anlaşma Sykes-Picot Anlaşması; 19 Nisan 1917’de İngiltere-Fransa-îtalya arasında anlaşma Saint-Jean de Maurieune Anlaşması.5 Başbakan Lloyd George 18 Ağustos 1919’da Avam Kamarasında söylemiştir. Kürkçüoğlu, s. 636 Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi, Ankara 1983, s. Nejat Kaymaz, Misak-ı Millî üzerinde yapılan tartışmalar hakkında VIII. Türk Tarih Kongresi Bildirileri Ankara 1977, s. Utkan Kocatürk, s. 132 ve oradaki Utkan Kocatürk, s. Utkan Kocatürk, s. 292; Nejat Kaymaz, s. Utkan Kocatürk, s. Hikmet Bayur, XX. Yüzyılda Türklüğün Tarih ve Acun Siyasası Üzerindeki Etkileri, Ankara 1974, s. Utkan Kocatürk, s. Isaac F. Marcosson, Türkiye’nin Kuruluş Yıllarında bir Yabancı Gazetecinin Ankara Yolculuğu ve Atatürk’le Görüşmesi Çeviren Ergun Özbudun “Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C I, Sayı 1, Kasım 1984 s. 180. Bir başka Amerikalı Gazeteciye Gazi’nin İzmir’de verdiği demeç için bk Utkan Kocatürk, s. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, İstanbul 1945, s. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, İstanbul 1945, s. 296.

misakı milli kararlarının kurtuluş savaşı açısından taşıdığı önemi açıklayınız